Hilafetin kaderi Lozan’da mı yazıldı?
HABER MASASI
Ve Lozan Konferansı başlıyor! 20 Kasım 1922’de Lozan'a gelindiğinde Osmanlı-İslami düzenden geriye kalan tek şey Hilafetti...
Hilafet meselesi 24 Temmuz 1923'te sona eren Lozan Barış Konferansı'nda resmî olarak hiç gündeme gelmedi. Fakat dolaylı olarak tarafların gündeminde olduğuna dair birçok işaret mevcut. Diğer taraftan, daha görüşmeler başlamadan Lozan, Hilafetin kaderi üzerinde etkili olacaktı. Zira Hilafetin 1 Kasım 1922'de saltanattan ayrılarak siyasî gücünü tamamen yitirmesinde Lozan'ın da rolü olmuştur. Şöyle ki, Büyük Savaş'ın muzaffer devletleri (ve Yunanistan) Osmanlılarla barışı görüşmek için Lozan'a hem İstanbul Hükümeti'ni, hem de Ankara'daki TBMM temsilcilerini davet ettiler. Bunun üzerine Sadrazam Tevfik Paşa Ankara'ya bir mesaj göndererek ortak bir heyet kurulmasını önerdi. Bu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına aradıkları fırsatı vermiş, düşman işgali altında bulunan ve 'düşmanla işbirliği yapmış' olan İstanbul'un herhangi bir meşruiyetinin kalmadığı, dahası Hilafete zarar verdiği gerekçesiyle Osmanlı saltanatının ilgasına karar verilmişti. Mustafa Kemal'in Nutuk'ta anlattığına göre Vahideddin ve Tevfik Paşa'nın birçok fedakarlıkla kazanılmış olan millî menfaatlerin heba edilmesi pahasına Avrupalıların davetini kabul etmiş olmaları saltanatın kaldırılmasını gerektirmişti (c. 2, s. 687).
Böylece 20 Kasım 1922'de Lozan'a gelindiğinde eski Osmanlı-İslami düzenden geriye kalan tek şey Hilafetti. Bu konu, görüşmelerin resmî gündeminde yoktu; zira daha önce Hilafeti büyük tehlike olarak görmüş, hatta Şerif Hüseyin liderliğindeki Haşimi Araplara Hilafet sözü vermiş ama özellikle Hintli Müslümanların baskısıyla bundan caymış olan İngilizlerin şimdiki resmî görüşü, Hilafetin Türkiye'nin bir iç meselesi olduğu yönündeydi. Yine de Lozan Anlaşması'nın 27. maddesi doğrudan Hilafeti ilgilendiriyordu:
“Madde 27 - Türkiye Hükümeti ya da Türkiye makamlarınca, Türkiye toprakları dışında, işbu Andlaşmayı imzalayan öteki Devletlerin egemenliği altında ya da koruyuculuğunda bulunan toprakların yurttaşları ile Türkiye'den ayrılan toprakların yurttaşları üzerinde siyasal, yasama ya da idarî konularda, her ne nedenle olursa olsun, hiçbir yetki ya da yargı hakkı kullanılmayacaktır. Şurası da kararlaştırılmıştır ki, İslam dinî makamlarının dinî [spirituelle] yetkilerine bir zarar gelmemektedir.”
Bu madde daha önce Hilafeti pratik olarak işlevsiz bırakan (fakat uygulamaya konulmamış) Sevr Antlaşması'nın 139. maddesine çok benziyor olsa da maddenin son cümlesi Hilafete (yalnızca 'manevî' bir otorite olarak) hayat hakkı tanıyor gibidir. Bu haliyle antlaşma aslında mevcut statükoyu teyit etmekteydi: Hilafet, TBMM tarafından dünyevî-siyasî bütün yetkilerinden arındırılmış sembolik bir makamdı.
Hilafet ayrıca 3 yerde daha dolaylı olarak gündeme gelmişti: Antlaşmanın 17. ve 22. maddeleri Türkiye'nin kaybettiği bölgelerde herhangi bir siyasî-hukukî hakkının kalmadığını teyit ederek özellikle (Hilafetin daha önce görece etkili olduğu) Mısır, Sudan ve Libya'yı zikreder. İkinci olarak, Osmanlı ordusu 1918 sonunda Hicaz'dan çekilirken Hz. Peygamber'in (sas) şahsî eşyasından bir kısmını da İstanbul'a getirmişti; Avrupalılar Lozan'da 'Medine hazinesi' olarak bilinen bu eşyanın Arabistan'a geri gönderilmesini istediler. Türkiye'yi temsil eden heyetin başı İsmet Paşa ise bu talebi reddederken gerekçe olarak “bu eşyaların hukuken Halifenin mülkü olduğu”nu öne sürdü. Son olarak, Türk heyeti İstanbul'daki Ortodoks Patriğinin Osmanlı dönemindeki siyasî imtiyazlarının devamına karşı çıkarken de Hilafetin saltanattan ayrılmasından sonra din adamlarının ancak 'manevi sıfatlar' taşıyabileceğini öne sürdüler.
İngilizlerin Hilafet hassasiyeti
Diğer taraftan, görüşmelerde açıkça tartışılmasa da özellikle İngilizlerin Türkiye'nin bağımsızlığının tanınması için Hilafetin ilgasını şart koştuğuna dair karineler vardır. Örneğin TBMM Lozan Antlaşması'nı 1 ay içinde onaylamışken (23 Ağustos 1923) İngiliz Parlamentosu 8 ay kadar bekleyip antlaşmayı onaylamayı Hilafetin ilgasından sonraya bırakmıştı (15 Nisan 1924). Yine İngiliz parlamentosundaki Lozan tartışmaları sırasında Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Türkler “Avrupa'ya geri dönmek” yerine “diğer Asyalılarla beraber bir Asya devleti olarak” kalsalardı onları rahat bırakabileceklerini, fakat “Avrupa'ya döndüklerine göre artık Batılı idarî ve siyasî şartlara uyum sağlamak zorunda olduklarını” söylemişti. Ayrıca Hilafetin ilgasından 2 gün sonra parlamentoda verilen bir soru önergesi üzerine İngiliz Dışişleri, Lozan Antlaşması'nda Türk Hilafetinin tanınacağına dair gizli veya açık hiçbir emarenin bulunmadığını belirtmişti (Ali Satan, Halifeliğin Kaldırılması, 2008, s. 180, 237).
Ayrıca 1923 Şubatında barış görüşmeleri kesilince İsmet Paşa Türkiye'ye dönmüş, fakat Ankara'ya gitmek yerine Eskişehir'de Mustafa Kemal'le baş başa görüşmüştü. Zamanın Başbakanı Rauf Bey hatıratında bu olayı hatırlatıp görüşmelerin Hilafet meselesi üzerine düğümlendiğini ve İsmet Paşa'nın Eskişehir'de Mustafa Kemal'i İngilizlerle barış yapılabilmesi için Hilafeti ortadan kaldırmanın şart olduğuna ikna ettiğini öne sürer. Kâzım Karabekir Paşa da İsmet Paşa'nın Lozan'dan Ankara'ya dönmesiyle burada hızla Hilafet aleyhinde bir atmosferin oluştuğunu söyler. Yine Avrupa'da aktif olan Hint Müslümanlarının önde gelenlerinden siyasetçi ve aktivist Müşir Hüseyin Kıdvai de 1923 Temmuz'unda kaleme aldığı bir yazıda İngiltere'nin anlaşmanın imzalanması için Hilafetin (ve Hint Hilafet Hareketi'nin) ilgasını şart koştuğunu belirtir. Son olarak, gizli bir İngiliz belgesine göre, antlaşmayı imzaladıktan sonra İsmet Paşa Türk generallere, Hilafeti ilga edip Osmanlı hanedanını sürgüne göndermenin Ankara'nın Ortadoğu'da Pan-İslamist politika izlemeyeceğine dair İngilizleri ikna ve böylece Musul meselesini halletme konusunda yardımcı olacağını söylemiştir (Satan, s. 237).
İngilizlerin Ankara üzerindeki etkisi ne düzeyde olursa olsun, Hilafetin ilgası onlar için çok olumlu bir gelişmeydi. Nitekim İngiliz Dışişleri'nin kimi bürokratları raporlarında Türklerin Hilafeti ilga etmek suretiyle Müslümanların en önemli muhalefet kaynağını ortadan kaldırdığını, böylece bir yandan İngiltere'ye 'büyük bir iyilik' yaparken, diğer taraftan da Ortadoğu siyasetinde kendi güçlerini azalttıklarını yazdılar (Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 2005, s. 82-83).
Yine İngilizler istemiş olsun ya da olmasın, Lozan'dan (ve Ekimde Cumhuriyet'in ilanından) sonra Ankara ve İstanbul'da Hilafet aleyhine çok sert bir kampanya başlamıştır. Hükümet tarafından aktif olarak desteklenen bu kampanyada kullanılan temel iddia ise yeni Türkiye devletinin zaten bir İslam devleti olduğu, ayrıca Hilafetin İslamî karakterini kaybettiği, bu nedenle varlığının millî hakimiyet ilkesine ve İslam'a zararlı olduğu yönündeydi (N. Ardıç, Islam and the Politics of Secularism, 2012, s. 291 vd.).
Böylece 20 Kasım 1922'de Lozan'a gelindiğinde eski Osmanlı-İslami düzenden geriye kalan tek şey Hilafetti. Bu konu, görüşmelerin resmî gündeminde yoktu; zira daha önce Hilafeti büyük tehlike olarak görmüş, hatta Şerif Hüseyin liderliğindeki Haşimi Araplara Hilafet sözü vermiş ama özellikle Hintli Müslümanların baskısıyla bundan caymış olan İngilizlerin şimdiki resmî görüşü, Hilafetin Türkiye'nin bir iç meselesi olduğu yönündeydi. Yine de Lozan Anlaşması'nın 27. maddesi doğrudan Hilafeti ilgilendiriyordu:
“Madde 27 - Türkiye Hükümeti ya da Türkiye makamlarınca, Türkiye toprakları dışında, işbu Andlaşmayı imzalayan öteki Devletlerin egemenliği altında ya da koruyuculuğunda bulunan toprakların yurttaşları ile Türkiye'den ayrılan toprakların yurttaşları üzerinde siyasal, yasama ya da idarî konularda, her ne nedenle olursa olsun, hiçbir yetki ya da yargı hakkı kullanılmayacaktır. Şurası da kararlaştırılmıştır ki, İslam dinî makamlarının dinî [spirituelle] yetkilerine bir zarar gelmemektedir.”
Bu madde daha önce Hilafeti pratik olarak işlevsiz bırakan (fakat uygulamaya konulmamış) Sevr Antlaşması'nın 139. maddesine çok benziyor olsa da maddenin son cümlesi Hilafete (yalnızca 'manevî' bir otorite olarak) hayat hakkı tanıyor gibidir. Bu haliyle antlaşma aslında mevcut statükoyu teyit etmekteydi: Hilafet, TBMM tarafından dünyevî-siyasî bütün yetkilerinden arındırılmış sembolik bir makamdı.
Hilafet ayrıca 3 yerde daha dolaylı olarak gündeme gelmişti: Antlaşmanın 17. ve 22. maddeleri Türkiye'nin kaybettiği bölgelerde herhangi bir siyasî-hukukî hakkının kalmadığını teyit ederek özellikle (Hilafetin daha önce görece etkili olduğu) Mısır, Sudan ve Libya'yı zikreder. İkinci olarak, Osmanlı ordusu 1918 sonunda Hicaz'dan çekilirken Hz. Peygamber'in (sas) şahsî eşyasından bir kısmını da İstanbul'a getirmişti; Avrupalılar Lozan'da 'Medine hazinesi' olarak bilinen bu eşyanın Arabistan'a geri gönderilmesini istediler. Türkiye'yi temsil eden heyetin başı İsmet Paşa ise bu talebi reddederken gerekçe olarak “bu eşyaların hukuken Halifenin mülkü olduğu”nu öne sürdü. Son olarak, Türk heyeti İstanbul'daki Ortodoks Patriğinin Osmanlı dönemindeki siyasî imtiyazlarının devamına karşı çıkarken de Hilafetin saltanattan ayrılmasından sonra din adamlarının ancak 'manevi sıfatlar' taşıyabileceğini öne sürdüler.
İngilizlerin Hilafet hassasiyeti
Diğer taraftan, görüşmelerde açıkça tartışılmasa da özellikle İngilizlerin Türkiye'nin bağımsızlığının tanınması için Hilafetin ilgasını şart koştuğuna dair karineler vardır. Örneğin TBMM Lozan Antlaşması'nı 1 ay içinde onaylamışken (23 Ağustos 1923) İngiliz Parlamentosu 8 ay kadar bekleyip antlaşmayı onaylamayı Hilafetin ilgasından sonraya bırakmıştı (15 Nisan 1924). Yine İngiliz parlamentosundaki Lozan tartışmaları sırasında Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Türkler “Avrupa'ya geri dönmek” yerine “diğer Asyalılarla beraber bir Asya devleti olarak” kalsalardı onları rahat bırakabileceklerini, fakat “Avrupa'ya döndüklerine göre artık Batılı idarî ve siyasî şartlara uyum sağlamak zorunda olduklarını” söylemişti. Ayrıca Hilafetin ilgasından 2 gün sonra parlamentoda verilen bir soru önergesi üzerine İngiliz Dışişleri, Lozan Antlaşması'nda Türk Hilafetinin tanınacağına dair gizli veya açık hiçbir emarenin bulunmadığını belirtmişti (Ali Satan, Halifeliğin Kaldırılması, 2008, s. 180, 237).
Ayrıca 1923 Şubatında barış görüşmeleri kesilince İsmet Paşa Türkiye'ye dönmüş, fakat Ankara'ya gitmek yerine Eskişehir'de Mustafa Kemal'le baş başa görüşmüştü. Zamanın Başbakanı Rauf Bey hatıratında bu olayı hatırlatıp görüşmelerin Hilafet meselesi üzerine düğümlendiğini ve İsmet Paşa'nın Eskişehir'de Mustafa Kemal'i İngilizlerle barış yapılabilmesi için Hilafeti ortadan kaldırmanın şart olduğuna ikna ettiğini öne sürer. Kâzım Karabekir Paşa da İsmet Paşa'nın Lozan'dan Ankara'ya dönmesiyle burada hızla Hilafet aleyhinde bir atmosferin oluştuğunu söyler. Yine Avrupa'da aktif olan Hint Müslümanlarının önde gelenlerinden siyasetçi ve aktivist Müşir Hüseyin Kıdvai de 1923 Temmuz'unda kaleme aldığı bir yazıda İngiltere'nin anlaşmanın imzalanması için Hilafetin (ve Hint Hilafet Hareketi'nin) ilgasını şart koştuğunu belirtir. Son olarak, gizli bir İngiliz belgesine göre, antlaşmayı imzaladıktan sonra İsmet Paşa Türk generallere, Hilafeti ilga edip Osmanlı hanedanını sürgüne göndermenin Ankara'nın Ortadoğu'da Pan-İslamist politika izlemeyeceğine dair İngilizleri ikna ve böylece Musul meselesini halletme konusunda yardımcı olacağını söylemiştir (Satan, s. 237).
İngilizlerin Ankara üzerindeki etkisi ne düzeyde olursa olsun, Hilafetin ilgası onlar için çok olumlu bir gelişmeydi. Nitekim İngiliz Dışişleri'nin kimi bürokratları raporlarında Türklerin Hilafeti ilga etmek suretiyle Müslümanların en önemli muhalefet kaynağını ortadan kaldırdığını, böylece bir yandan İngiltere'ye 'büyük bir iyilik' yaparken, diğer taraftan da Ortadoğu siyasetinde kendi güçlerini azalttıklarını yazdılar (Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 2005, s. 82-83).
Yine İngilizler istemiş olsun ya da olmasın, Lozan'dan (ve Ekimde Cumhuriyet'in ilanından) sonra Ankara ve İstanbul'da Hilafet aleyhine çok sert bir kampanya başlamıştır. Hükümet tarafından aktif olarak desteklenen bu kampanyada kullanılan temel iddia ise yeni Türkiye devletinin zaten bir İslam devleti olduğu, ayrıca Hilafetin İslamî karakterini kaybettiği, bu nedenle varlığının millî hakimiyet ilkesine ve İslam'a zararlı olduğu yönündeydi (N. Ardıç, Islam and the Politics of Secularism, 2012, s. 291 vd.).