Hatay’da efsaneler ve gerçekler
Öncelikle şuna dikkat çekmemiz gerekir ki, Hatay satın alınmış değildir. 20 yıl süren bir mücadele karşılığında önce bağımsızlığını kazanmış, sonra bu devletin meclisinin oybirliği ile aldığı karar sonucu ana vatanına dönmüştür.
Mehmet Tekin
Hatay tarihi ve coğrafyası, istisnalar ve farklılıklarla doludur. Misak-ı Milli’ye dahil olup da Lozan Antlaşması’nda sınırlarımız dışında kalan Hatay, 1918’den sonraki 20 yılını Fransız işgali altında geçirmiş, dolayısıyla işgal sancılarını diğer illerimizden çok daha ağır şekilde ve uzun süre yaşadıktan sonra 1938’de bağımsız devlet olmuş, ertesi yıl ise ana vatana katılmıştır. Çeyrek asra yaklaşan bu ana vatanın yanı başındaki gurbet hayatı, Hatay tarihini pek çok açıdan ilginç hale getirmiş ama bu ‘yabancılık’ veya nüfuz edilemezlik, aynı şekilde yanlış bilgi ve efsanelerin de türemesine uygun bir zemin hazırlamıştır. Onun için Hatay tarihi hakkında kamuoyuna hatalı olarak yansıtılan birkaç konuyu kaynaklara dayanarak yeniden değerlendirmek ve doğruları göstermek istedik.
Hatay’ı parayla mı satın almıştık?
2011 Kasım’ında bazı gazetelerde “Hatay’ı Fransızlardan 7 milyon franka aldık” başlıklı bir haber yer almıştı. Habere göre gazete, 6 Haziran 1940’da Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar Kurulu tarafından imzalanmış bir kararnameyi ele geçirmiştir ve iddiaya göre bu belge, “Hatay’ın ana vatana iade edilmesi için 1939’da Türkiye’nin Fransa’ya 7 milyon frank ödediğini” ortaya koymaktadır. Aynı haberde ayrıca “Hatay Meclisi’nin ana vatana katılmayı oy çokluğu ile kabul ettiği” ileri sürülmektedir.
Öncelikle şuna dikkat çekmemiz gerekir ki, Hatay satın alınmış değildir. 20 yıl süren bir mücadele karşılığında önce bağımsızlığını kazanmış, sonra bu devletin meclisinin oybirliği ile aldığı karar sonucu ana vatanına dönmüştür. Bunun bedeli yüzlerce şehit, yerinden yurdundan edilmiş binlerce insan ve 20 yıl süren esaret dönemidir. Böylesine yüzeysel değerlendirmeler Hatay tarihi hakkında yanlış kanaatlerin doğmasına yol açmaktadır.
Hatay için Fransa’ya 7 milyon franklık bir ödeme yapıldığı doğru. Ama bu, olayın tümünü yansıtmaz. Önce olayın evveliyatına göz atmakta yarar var.
1920 yılında Fransa tarafından işgal edilen Suriye, 1922’de Milletler Cemiyeti’nin kararıyla Fransız mandası altına verilmiş, bu sırada Ankara İtilafnamesi (1921) ile sınırlarımız dışında kalmış olan İskenderun Sancağı da Suriye ile birlikte manda bölgesine dahil edilmişti. Bu rejim 29 Kasım 1937’ye kadar devam edecektir. Bu tarihten itibaren Milletler Cemiyeti kararıyla Fransa’nın İskenderun Sancağı üzerindeki vesayeti mahiyet değiştirdi, Hatay Devleti’nin kurulduğu 2 Eylül 1938’de garantörlüğe dönüştü. (Diğer garantör ülke ise Türkiye idi.)
Bu nedenle Fransızlar Hatay’da sembolik bir askerî birlik bulundurmaya devam ettiler. Ayrıca Fransa, İskenderun Sancağı statüsüne göre Hatay Devleti döneminde de idare üzerinde söz sahibi olacaktı ama Hatay Hükümeti buna izin vermedi. Gümrüklere el koydu, Suriye sınırını kapattı. Sınırda gümrük ihdas edildi, böylece herhangi bir yetkinin kullanılmasına fırsat ve imkân tanımadı. Fransızlar sadece varlıklarını sürdürdüler. (Yukarıda belirtildiği gibi, varlıklarının dayanağı, Milletler Cemiyeti Kanunu ve Konsey kararlarıydı.)
Hatay, Milletler Cemiyeti kararıyla bağımsızlık verilmiş millî ve siyasî bir organizma; bayrağı, meclisi, hükümeti ve tanınmış sınırları ile -bazı sınırlılıklar olmasına rağmen- resmen bir devletti. Bu devlet Türk parasını, TC kanunlarını kabul etmiş, sınırını Türkiye’ye açmış, hızla Türkiye’ye doğru yol almıştı. Ama Milletler Cemiyeti’ne ve mandacılara göre hâlâ Suriye içinde ‘ayrı bir varlık’tı.
Fransa kâğıt üzerinde hâlâ mandater ve garantör göründüğünden, Fransa’nın önce bu sıfatının ortadan kaldırılması, Hatay’la ilişiğinin kesilmesi ve var olduğu farz edilen haklarından feragat etmesi gerekiyordu. Muhatabı, tabii ki 1921’de anlaşma imzaladığı Türkiye olacaktı. Bunun için 2 devlet arasında görüşmeler başladı.
Uzun görüşmelerden sonra Fransa, mandası altındaki Suriye’de bir sınır düzeltmesi yapılmasına razı oldu; yani Hatay Devleti arazisini terk ederek sahip oldukları yetkileri Türkiye’ye devretmeyi kabul etti ve Türkiye ile Fransa arasında 23 Haziran 1939 günü bir anlaşma imzalandı. (Fransa mandater olarak anlaşmayı Suriye adına imzalamıştı.) Sınırlar konusu ile genel ve teknik konuların ele alındığı anlaşma, Hatay’ı kâğıt üstünde de olsa mevcut bütün bağlardan kurtarıyordu. Anlaşmanın tasdik edilmiş nüshaları en geç 22 Temmuz 1939’da Paris’te teati olunacak, teati günü yürürlüğe girecek ve Fransızlar 23 Temmuz günü Hatay’ı terk edecekti.
23 Haziran anlaşmasına ekli Protokol’ün 2. maddesine göre, Fransız tâbiiyetindeki hükmî (tüzel) şahısların Hatay’da bulunan malları, hakları ve çıkarlarıyla aynı tâbiiyetteki gerçek şahısların taşınmaz malları 35 milyon Fransız frangı karşılığında tümüyle Türk Hükümeti’nin mülkiyetine geçecekti. Bu mallar şunlardı:
- İskenderun’da, Derigoin Kışlası adını taşıyan ve imza tarihinde içinde Türk askeri bulunan bina,
- Fransız Doğu Ordusu’na ait telefon şebekesi (Fransız kuvvetleri kendilerinin gerek duyduğu telefon bağlarını 23 Temmuz 1939’dan önce ellerinden çıkarmak zorunda kalmayacaklardır),
- Suriye ve Lübnan Bankası’nın Antakya ve İskenderun’da bulunan 2 binası (bunların mülkiyeti 1 milyon frank karşılığında Fransız Devleti’ne geçmiş olup ödenecek toplam meblağın hesabına dahildir).
Para ödeme planı ise şöyle düzenlenmişti:
a) Türkiye, ödenecek paranın 3 milyon frangını, imzalanan akitler yürürlüğe konulur konulmaz ödeyecekti.
b) 25 milyon frangını, protokolün yürürlüğe konulmasını izleyen 30 gün içinde Fransız Hükümeti emrinde bulunduracaktı.
c) Geriye kalan 7 milyon frank ise 23 Ağustos 1939 günü kliring hesabına geçirilecekti.
Şimdi gelelim Hatay’a 7 milyon frank değer biçildiği iddiasına yol açan belgeye…
Bu belge, kliring hesabına yatırılan 7 milyon frangın, 23 Ağustos 1939 tarihli ödeme anlaşmasına ek olarak Paris’te 8 Ocak 1940’ta imzalanan lahikanın 1. maddesinde belirlenen şartlara tâbi tutulmadan ödenmesiyle ilgili olarak Fransa elçiliğiyle bir anlaşma imzalamak üzere Dışişleri Bakanlığı’na yetki veren 6 Haziran 1940 tarihli kararnamedir, yani teknik bir belgedir. İmzalarda belgeye ayrı bir önem atfeden herhangi bir özellik veya farklılık yoktur ve bütün Bakanlar Kurulu kararnamelerinde olduğu gibi Bakanların, Başbakanın ve Cumhurbaşkanının imzasını taşımaktadır.
Özetlersek, Hatay konusunda bir satma ya da satın alma söz konusu değildir, olması da mümkün değildir. Çünkü burası 1921’de Türkiye’den koparılan ama ana vatanı ile bağları devam eden bir Türk yurdudur. Türkiye, Fransa ile Hatay konusundaki teknik pürüzleri bir anlaşma ile çözümlemiş ve varılan mutabakat gereği, bazı mallar için Fransa’ya bir bedel ödemiştir. Bunun ardından da Hatay Devleti kendi iradesiyle Türkiye’ye katıldığını dünyaya ilan etmiştir.
‘Plebisit’ Efsanesi
Hatay Devleti ile ilgili makale ve eserlerde en çok rastlanan ve bilinçsizce kullanılan terimlerden biri de ‘plebisit’tir. Bu kelimeyi o dönemde devlet teşkilatında yer almış kişilerin de kullandıkları görülür. Ama gerek Hatay Devleti öncesinde, gerekse Türkiye’ye katılışında plebisit diye bir olay yoktur, olmamıştır. Söz konusu dahi edilmemiştir. Hatay Devleti Meclisi seçimle oluşmuş, 10 ay sonra aynı meclis Türkiye’ye katılma kararını ‘oy birliğiyle’ almıştır.
Buna bağlı olarak, son yıllarda bazı çevrelerce kasıtlı olarak yayılan ve bazı saf insanların ağzına malzeme olan “Hatay’ın Türkiye’ye katılışının 100. yılında yeni bir plebisit yapılacak” şeklindeki söylentilerin de gerçekle en ufak bir ilgisi bulunmamaktadır. Hiçbir anlaşmada böyle bir hüküm bulunmadığı gibi, olmasını düşünmek de mantık dışıdır. Bu söylentilerin kaynağı ve amacı ise başlı başına bir merak ve araştırma konusudur.
Sonuç olarak, her belgeden bir fantezi yaratmanın hiçbir faydası yoktur. Kamuoyu ile paylaşılan bilgi ve belgeler yayınlanmadan önce ayrıntılı ve titiz bir değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. Hatay’ın, miktarı ne olursa olsun, parayla satın alındığı fikri ya da iddiası, halkın özgürlük mücadelesiyle bağdaşmayan basit bir mantığın ürünüdür. Fransızlara bina, tesisat ve yatırımları için bir para ödenmiştir ve bunun da miktar ve amacı bellidir.
Kışla ve ‘saçını süpürge eden’ kadınlar
10 Kasım 2010 tarihli Hürriyet gazetesinde, “Saçlarıyla kışlayı temizlediler” başlığı ile yayınlanan bir yazı dikkatimizi çekmişti. Yazıda gözden kaçan ya da abartılmış noktalar bulunduğu için düzeltme yapmak ihtiyacını duyuyoruz.
Yazar, kullandığı bilgiler için bir kitabı kaynak göstermişti. Turgut Özakman’ın Cumhuriyet-Türk Mucizesi (2010) adlı kitabının Türk askerinin Hatay’a girişini anlatan sayfalarında (s. 638-639) 48. Dağ Alayı’nın 5 Temmuz 1938 günü Belen’den Antakya’ya geldiği ifade ediliyordu. Halbuki 5 Temmuz 1938 günü İskenderun Sancağı’na (Hatay) giren birlikler o gece Kırıkhan-Hassa arasındaki ovada konaklamışlar, Kırıkhan’a 6 Kasım’da girmişlerdi. Antakya’ya giren tabur Belen’den değil, Belen-Antakya-Kırıkhan yol ayrımı olan Topboğazı’nda ana kuvvetlerden ayrılarak 7 Temmuz 1938’de, yani Özakman’ın dediğinden 2 gün sonra Antakya’ya gelmişti.
Asıl dikkat çekilmesi gereken hata da buradan kaynaklanıyor: Güya o gün Antakya’ya giren askerler Fransız askerlerinin boşalttığı kışlaya girecektir. Ama bir grup hanım, tabur komutanının yolunu kesmiş, komutan kendilerine “Hayrola hanımlar?” diye sorduğunda hanımlar, 20 yıl önce, düşman askeri gidince kışlaları askerlerimiz için saçlarıyla süpüreceklerine dair aralarında ant içtiklerini, bu yüzden kışlayı tertemiz etmeden askeri sokmayacaklarını söylemişler.
Turgut Özakman’ın anlatıma göre, komutan da kadınları saygıyla selamlamış ve kışlayı temizlemelerine izin vermiştir. Asker silah çatıp mola verdiğinde kadınlar birbirlerinin saçlarını kesip uzun değneklere bağlamış, bunlarla kışlayı silip süpürerek tertemiz etmişler ve komutana, “Şimdi buyurun, girebilirsiniz” demişlerdir.
Burada düzeltilmesi gereken 3 nokta var:
1. Türk askeri Antakya’ya 5 Temmuz günü değil, 7 Temmuz günü girmiştir. Ama o gün de kışlada Fransız askerleri bulunduğu için Türk taburunun askerleri kışlaya girmeyip çadırlı ordugâh ile hanlara ve camilere yerleştirilmişlerdir.
2. Üstelik bu olay 7 Temmuz 1938’de değil, 23 Temmuz’da; 1938’de değil, 1939’da yaşanmıştır. Çünkü kışla o gün boşalmış, Türk askeri kışlaya ancak 1 yıl sonra o gün girebilmiştir.
3. Kadınların saç kesmesi, adakta bulunmaları rastlanan bir adettir ve adakta bulunanların sembolik olarak bu görevi yerine getirmiş olmaları mümkündür. Ama saçlardan yapılmış bir süpürge olsa olsa Antakya’nın ‘ankebit (örümcek) süpürgesi’ne benzer ve ancak köşe-bucaktaki örümcek ağlarını almaya yarar. Bunlarla çok geniş yapıları içeren ve bir mahalle büyüklüğündeki kışlanın temizlenmesi mümkün değildir. Şu var ki, 23 Temmuz 1939 günü ellerinde süpürge, kürek, temizlik malzemesi ve bezlerle bine kadınların kışlayı temizlemeye geldiği doğrudur. Şimdi o gün kadınlarla bizzat muhatap olan subayın anılarına dayanarak olayın doğru şeklini sunalım:
Kışlaya temizlik amacıyla gelenler, işgal yıllarında “Kışlayı Türk askeri alınca gidip ellerimle temizleyeceğim” diye adakta bulunan kadınlardır. Kurmay Albay Şükrü Kanadlı kadınların isteklerini kabul etmiştir. Sayıları 1000’e yakındır ve içlerinde zengin ailelerin kızları da vardır. Hepsi ellerinde hiç kullanılmamış süpürge ve bezlerle gelmişlerdir. İzdiham olmasın diye ancak bir kısmı içeri alınabilmiş, bunlar “Haa ha, girdik kışlaya - Allah ömürler vere - Kemal Paşa’ya” diye başlayan ‘ha ha’lar söyleyerek büyük bir şevk ve heyecanla temizliğe girişmişlerdir.
O sırada kapıda bulunan Üsteğmen Yahya Gürpınar’ın yanına fakir, yaşlı bir kadın yaklaşır ve ısrarlı bir tavırla “Evlâdım, ben de sileceğim, ahdim var, oğlum bu uğurda öldü, ne olur beni de içeriye al” der. Subayın gözleri yaşarır ve onu da içeri alır. Olay bundan ibarettir.
Toplumun elbette efsanelere de ihtiyacı vardır. Ama gerek Kurtuluş Savaşımız ve Cumhuriyetimizin kuruluşu, gerekse Hatay’ın kurtuluş ve ana vatana katılış mücadelesi başlı başına birer destan olduğundan bunların yeni efsanelerle süslenmesine gerek yoktur. Olanın anlatılması yeterli olacaktır.