Haremi nasıl anlamalıyız?

HABER MASASI
Abone Ol

Hasan Hüseyin Kemal sordu, Türkiye’nin önde gelen tarihçi ve yazarları açıklık getirdi.Derin Tarih dergisinin 2012 Aralık sayısından okurlarıyla paylaştığı birbirinden renkli cevaplar...



0. Doç. Dr. Mustafa Güler "Hanım Sultanlar vakıflarla gündeme gelmeli"
Kuruluş yıllarında haneda­nın aile hayatı vardı ama saray hayatı ve bürokrasisi oluşma­dığından hakkındaki bilgiler yok denecek kadar azdır. Cihan devleti olma yolunda Topkapı Sarayı'nda Harem Dairesi'nin tesisiyle saray halkı ve bürok­rasisi doğmuş oldu. İstanbul'un fethinden sonra bu bürokrasi olgunlaştı. Harem Dairesi'nde hizmetler çeşitlenmiş ve hizmetkârların sayısı artmıştır.

Haremde padişahlara ya­kınlıkları sebebiyle ön plana çıkan 3 zümre vardır. Birincisi padişahların eşleri Haseki, ikin­cisi anneleri Valide Sultanlar, üçüncüsü ise kızları olan Sultan Hanımlardır. Son dönemlerde haremin hanımları denilince bu 3 zümre üzerine çok sayıda basılı yayın ve televizyon filmi ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki çoğu, gerçek hayat hikâyeleri ile geride bıraktıkları eserle­ri ele almak yerine, yazar ve yapımcıların hayal dünyasının mahsulü olan hikâyeleri konu edinmekte.

Buradan hareketle örneğin haseki sultanların en meşhurla­rından Hürrem Sultan'ın siyase­te müdahalelerinden daha fazla, onun bugüne kadar uzanan hayır eserlerinden bahsetmek daha doğru bir yaklaşımdır. Hürrem Sultan İstanbul başta olmak üzere Müslümanların 3 kutsal şehri için vakıf yapan en­der hanımlardan biridir. Kudüs, Mekke ve Medine'deki imaret­leri en önemli vakıflarındandır. Bunlardan ayakta olan Kudüs Haseki İmareti, üzerine yayın yapılacak kadar mühim bir eserdir. Hürrem Sultan'ın diğer hayratı ve vakıf akarları o kadar fazlaydı ki tümünün yönetimi için müstakil idare kurulmuş ve başına Kapıağası Hadım Meh­med Ağa getirilmiştir.

Çok sayıda vakıf eseri olan bir diğer haseki Sultan da IV. Mehmed'in eşi Gülnuş Sultan'dır. O, Mekke'de bir hastane ve imaret inşa ettirerek yüzyıllarca dünyanın dört bir yanından gelen hacılara ve yerli halka hizmet verdirmiştir. Bir diğer vakıf abidesi de bugün Üs­küdar meydanını süslemektedir.

Hakkında çokça söz söylenen Mahpeyker Kösem Sultan en çok vakıf yapan hanımlardan biridir. İstanbul ve Anadolu'daki vakıfları haricinde üstün bir düşünce mahsulü olarak hac yolculuğu esnasında yorulup deve kiralayacak parası olmayan fukarayı dahi düşünmüştür. Bu maksatla yıllık 60 altını fakirle­rin deve ile yolculuk yapmaları­na ayırmıştır.

Aynı maksatla bir diğer Osmanlı saray hanımı Hatice Turhan Sultan ise develerinin telef olmasından dolayı yaya kalan hacılara yeni develer bulunması gayesiyle 250 altın tahsis etmiştir.

Sonuç olarak Osmanlı saray hanımlarının neredeyse tamamı küçük veya büyük bir hayır eseri yapmayı vazife olarak algıla­mışlar ve bu sayede ellerindeki zenginlikleri hayır işlerine tah­sis etmişlerdir. Asıl konuşulması gereken, bu yönleri olmalıdır.
0. Ayşe Aslı Sancar (Harem kitabının yazarı) “Batılılar haremi görmek istedikleri gibi tasvir ettiler”
Batı'da bir harem efsanesi hâkim. Buna göre haremdeki kadınlar egzotik, miskin ve bastırılmıştı. Efsanenin kökleri oldukça derin; 18. asrın başı­na kadar uzanıyor. O zaman Fransa'da 1001 Gece Masalları ilk defa Avrupalı okurlara sunuldu ve çok popüler olarak büyük etki yaptı. O kadar ki kitapta yer alan ahlaksız ve olumsuz harem kadınları imajı Batılılarının zihniyetine yerleşti ve haremdeki kadınları öyle görmeye başladılar. Bu imaj Osmanlı topraklarına gelen Batılı gezginlerin yazdığı seyahatna­melerle pekiştirildi. Çoğu erkek olan bu seyyahlar esasen Os­manlı haremlerine girememişlerdir ve yazdıklarının çoğu fantezi ve yabancıla­rın dedikodularından ibarettir.

Yine de bu durum onlar için pek önemli değildi; çünkü Batılılar haremdeki kadın­ları böyle görmek istiyorlardı. 19. asırda birçok Batılı kadın Os­manlı topraklarında haremi ve içindeki kadınları görüp bu ima­jı yalanladıkları halde maalesef harem efsanesi baskın anlayış olmaya devam etti. Zamanla birçok kitap, tiyatro-oyun, sine­ma ve televizyon programı bu efsaneyi besledi. Diğer yandan birkaç istisna hariç, akademik yayınların dışında gerçek harem hayatı ile ilgili çok az kitap ve yayın bulunabilmektedir. Uma­rım bu durum yakın gelecekte değişir.
0. Prof. Dr. İhsan Süreyya Sırma (İslam Tarihçisi) “Harem ağalığı uygulaması İslam’a aykırıdır”
Harem ağalığı, büyük ihti­malle Hıristiyanlardan Müslü­manlara geçen bir uygulamadır. Hatırlayabildiğim kadarıyla, Müslümanlarda ilk defa Endülüs Emevi Devleti'nde, Ebû Amir el- Mansûr'un saltanatı döneminde harem ağaları saraya alınmıştır. Sarayda özellikle hanımların bulunduğu harem bölümünde istihdamları düşünülen bu 'hiz­metçiler', Slav/Sekâlib kölelerin­den, kısırlaştırılmış erkeklerden oluşuyordu.

Harem ağalarının istihdam edilmesinin/edilebilmesinin sebebi, sarayın harem bölümün­de kadınların yapamayacağı zor işlerin onlar tarafından üstlenilmesiydi. Muhtemelen bu köleler kısırlaştırıldıkları için haremde bulunmalarına cevaz verilmiştir ki, böyle bile olsa, yabancı erkeklerin Müslümanla­rın hareminde bulunmaları caiz değildir.

Maalesef İslâm'a ve insanlığa aykırı olan bu 'insanları kısır­laştırarak haremde hizmetçi olarak kullanma' uygulaması Osmanlı Devleti'nde de yerini bulmuştur. Öyle ki, özellikle Afrika'daki insanlar (bunlar Müslüman da olabilir), para karşılığında, çocuklarından bir kısmını kısırlaştırarak saraylara satmışlardır. Hatta harem ağala­rı, Mekke'de Mescidu'l-Haram'da ve Medine'de Mescidu'n-Nebi'de istihdam edildiler ki, 1979 yılında Arabistan'a yaptığım ilk seferde üzülerek bunu müşahe­de ettim. Çok şükür ki dinimi­zin kurallarına tamamen aykırı olan bu uygulama daha sonrala­rı kaldırıldı. Nitekim günümüz­de Arabistan'a gidenler böyle bir şey göremezler. Kısaca harem ağalığı uygulaması İslâm'a aykırıdır ve hiçbir şekilde tecviz edilemez!
0. Yavuz Bahadıroğlu (Araştırmacı-yazar) “Cariyeler padişahın evlatlıklarıdır”
Osmanlı Devleti'nde Darüs­saade (saadet evi), İffet-saray-ı Şahane, Harem-i Has, Saray-ı Duhteran, Harem-i İsmet-mak­run gibi isimlerle de adlandırı­lan harem, öylesine yasak bir bölgedir ki, meşhur tarihçimiz Peçevi, “Faraza güneş erkek olsaydı hareme doğmasına izin verilmezdi” diyor.

Haremin kapısının üzerinde, “Ey iman edenler, evlerinizin dışındaki evlere izin istemeden ve orada sakin olanlara selam vermeden girmeyiniz. Böyle hareket etmeniz sizin için daha hayırlıdır” mealinde bir âyet-i kerime yazılıdır.

Osmanlı devlet teşkilatında Harem-i Hümayun tabiri hem haremi, hem de Enderun'u (dünyanın ilk kamu yönetimi okuludur) kapsar.

Enderun'da devlet adamı, ha­remde ise yüksek eğitimli kadın yetiştirilir. Bunlardan bazıları padişaha, bazıları Enderun'dan yetişmiş üstün vasıflı devlet adamlarına eş olur; ekserisi ise 'eğitimli hizmetkâr' olarak sarayda istihdam edilir.

Amerikalı uzman Leslie Peirce, harem hakkında arşiv belgelerine dayanarak 10 yılda hazırladığı doktora tezinde şöyle diyor: “Biz Batılılar İslam toplu­munda cinselliği saplantı haline getirmek gibi eski ama güçlü bir geleneğin mirasçılarıyız. Ha­nedan ailesi üyeleri için harem bir ikametgâhtı. Sultan ailesinin hizmetkârları için ise bir eğitim kurumu diye tarif olunabilir. Genç kadınlar sadece padişaha uygun cariyeler ve annesiyle diğer ileri gelen harem kadınla­rına nedimeler sağlamak ama­cıyla değil, aynı zamanda askerî/ idarî hiyerarşinin tepesine yakın erkekler için uygun eş sağlama amacıyla eğitilirlerdi. Enderun, saray içinde padişaha kişisel hiz­met yoluyla erkekleri nasıl saray dışında hanedana hizmete hazır­lıyorsa, harem de kadınları pa­dişah ve annesine kişisel hizmet yoluyla dış dünyadaki rollerini almaya hazırlıyordu. Azat edi­lerek Enderun mezunları veya diğer görevlilerle evlendirilen bu kadınların payına da kocalarının oluşturduğu erkek hanelerini (selamlık) tamamlayan harem­ler oluşturmak düşerdi. Sultan hanesinin kurduğu teşkilat ve eğitim kalıbı bu köle evlilikleri vasıtasıyla çoğaltılarak Osmanlı yönetici sınıfının sosyal ve poli­tik temelini oluşturuyordu.”

1960'larda Topkapı Sara­yı'ndaki Harem Dairesi'nin res­torasyonunda görev alan Mualla Anhegger'i dinleyelim:

“Onarım esnasında Harem'in Avrupalıların yüzyıllarca yazıp çizdikleriyle hiçbir alakası olmadığını fark ettim. Harem padişahın dilediği kadınla yatması için düzenlenmiş bir kurum değil. Zaten haremin mimarisi bu amaca göre düzenlenmemiş. Bu mi­mari yapı içinde padişahın cariyeleri görebilmesi için kuş olup uçması lâzım. Zira kapılar, daireler, geçişler başka yoldan hareme ulaşmasına izin vermez. Cariyeler 25 kişilik koğuşlarda kalıyor. Üst katta onlara nezaret eden kalfaların dairesi var. Kalfaların cariyeleri her an çok sıkı denetimi söz konusu. Padişahın annesi kendi bölümünde, padişahın kadın­ları ayrı bölümde, padişah ise kendi dairesinde yaşamaktadır. Padişahın kadınını annesi seçip oğluna sunmaktadır. Padişahın kalkıp cariyeler bölümüne geçebilmesi imkânsızdır. Belli ki harem bir üniversite olarak tasarlanmış. Cariyeler o üniver­sitenin öğrencileridir. Burada yaşayanların bir dakikası dahi boş geçmiyor, sürekli eğitim görüyorlar. Ayrıca biçki, dikiş, nakış gibi el sanatları öğreni­yorlar. Cariyeler köle değil, hele cinsel köle hiç değil. Bence doğ­ru deyim, cariyelerin padişahın evlatlıkları olduklarıdır.”
0. Selim İleri (Yazar) “Oryantalist hayallerden sıyrılmalıyız”
Haremi bugüne kadar akıl ve tarih dışı entrikalar yuvası diye okuduk. Daha sağduyulu bir yaklaşımı tercih etmemiz gerek. İnsanı ön planda tutarak, oryantalist hayallerden sıyrılarak...