Eski Ramazanları yeniden hatırlamak

HABER MASASI
Abone Ol

Modern hayatın keşmekeşinden sıyrılıp muhafaza etmemiz gereken değerlerin neler olduğunu görmek için Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun 53 yıl önce kaleme aldığı muhteşem yazıyı paylaşıyoruz.

Kaynak: Derin Tarih, Haziran-2017

Evvelce başlı başına bir âlem olan Ramazan’ı karşılamak, ta “üç aylar”dan1 başlardı. Namazlarını muntazam kılamayanlar yeniden namaza başlar, sahib-i tertib olup “kaza”sı olmayanlar (bir vakit namazını geçirmemiş bulunanlar) ayrıca nafile kılarlar, fazladan ibadet yaparlardı. Haftanın birkaç gününde, bilhassa Pazartesi ve Cuma günleri nafile oruç tutarlardı. Hatta üç ayları, Recep, Şaban, Ramazan ile beraber baştanbaşa oruçla geçirenler olurdu. Her camide ve evde hatim duaları, hâfız cemiyetleri, “bed-i besmele” denilen Kuran-ı Kerim’e başlama cemiyetleri tertip edilirdi. Velîlerin yattığı türbelere adaklar adanır, cami ve tekkelere, mahalle mekteplerine yeni yeni vakıflar konurdu.

Ayın ilk Cumasını, Peygamberimizin (sas) mihmandarı Hz. Halid’in manevi huzurunda kılmak için Eyyüp Sultan’a gidilir, son Cuması için de Süleymaniye Camii şerifindeki büyük cemaatin safları arasında bulunmak, kaçırılmak istenmezdi. Bu camilerde Cuma namazını edâ edenler, Kadir Gecesi Ayasofya’da top kandil’in altında, Hızır aleyhisselâmı bekleyenler gibi burada da Hızır’a kavuşacaklarını sanırlardı. Bunlar arasında Hızır’a mülâki olduklarını fakat kaş göz arasında kaybolduğunu hayıfla ve hayretle söyleyenler bulunurdu.

Okunmak ve “taş almak” için Kocamustafapaşa’da Sünbül Efendi hazretlerine gidilirdi. Türbe-i şerif ziyaretinden sonra onun “Zincirli Tekkesi”nde zikre girilirdi. Yaşlılıkları, rahatsızlıkları veya zikir usullerini bilmemeleri dolayısıyla zikre ve âyine giremeyenler, tevhidhanenin kapı tarafındaki yan maksurelerde sıra ile otururlar, zikr-i şerife ancak bu şekilde gönülleri ile katılırlardı. Eğer bu ziyarette çocuğun sınıf geçmesi, zihin açıklığı mevzubahs ise, o zaman Mevlevihane Kapısı dışına çıkılır, orada yatan büyük velî Merkez Efendi Hazretleri de ziyaret olunurdu. Hazret-i Merkez, Sünbül Sinan’ın baş halifesi olduğundan bu ziyaret, doğrudan doğruya yapılamazdı. Daha önce mutlaka Sünbül Efendi Hazretlerini ziyaret etmek ve ancak ondan sonra Merkez Efendi’ye gelmek lâzımdı. Bütün İstanbul halkı ve bilhassa tarîkat mensupları, buna çok dikkat ederlerdi.

Yaramaz çocukları teşbihten geçirmek, baş ağrısına tütsü veya “mühr-ü şerif” almak maksadı ile de Yemiş’te, Zindan Kapısındaki Baba Cafer Hazretlerinin türbesine baş vurulurdu. Afacan çocuklar, bu loş türbenin içinde, türbedar efendinin eli ile sandukanın etrafında bir düziye koşturulurdu. Türbedar efendinin gördüğü lüzuma göre, bu koşturma ve dolaştırma üç, beş, bazen yedi defa tekrar edilirdi ve mutlaka tek sayı üzerinde yapılırdı. Mevsim icaplarına göre gezmek isteyenler de, Üsküdar’a Celvetiye tarîkatinin pir-i meşhuru Aziz Mahmud Hüdai Hazretlerine kadar uzanırlardı. Bu vesile ile geziyi uzatmak arzusunda bulunanlar, Beykoz’un tepesinde, Boğaz’a hakim bir dağ gibi görünen Yûşâ Hazretlerine kadar çıkarlar ve bu ziyaretleri ile de nedense ve nasılsa “yarım Hac” sevabı aldıklarını sanırlardı.

Bu güzel âdetler, bir bakıma eski bir inanç olmakla beraber şurada sırası gelmişken bilhassa arzedelim ki, Peygamber olarak bildiğimiz Hz. Yûşâ, İstanbul taraflarına ayak basmış değildir. Burada ona atfedilen ve onundur diye hürmetle ziyaret edilen bu metrelerce uzun, upuzun kabrin, hakikatte hazreti Yûşâ ile hiçbir ilgisi yoktur. Burada yatanın kim olduğunu da henüz tarih tanıtamamıştır. Rivayetler vesikasızdır.

Türbe ziyaretlerinde usul ve âdâb

Bu suretle yedi evliya türbesi birer birer dolaşılır ve bu evliya ziyaretleri, bazen kırkı da bulurdu. Hepsinin kapısı eşiğinde hâle ve vakte göre bir koç veya koyun kurban etmek, hiç değilse bir tavuk, horoz kesip, çevrenin fukara halkına dağıtmak, türbe ziyaretlerinin usul ve âdâbından bilinirdi. Bu usul ve âdâbın sık sık icra edilmesi de, aynı zamanda bir hayır işlenmiş olduğundan fakirleri, garipleri sevindirir, gönülleri hoş eder, dolayısıyla Evliyaullah’dan himmet alınmasını hayırlı ve sevaplı işler karşılığı olarak kolaylaştırmış olurdu.

Türbedar efendinin, ziyaretçiyi sanduka önünde iri daneli kocaman tesbihden usulü ile atlatması ve sanduka örtüleri arasından alınmış hazır muska, tütsü ve “cevher” vermesi, yazılı bakır tasla ve kendi eli ile “şifalı su”dan içirmesi ve bunlara karşılık türbeden ayrılırken kendisine ait minderin veya pöstekinin altına usulca birkaç kuruş bırakılması usuldendi ve ziyaretin zımnen “duhuliye”si demekti. Bunun mümkün olduğu kadar türbedar efendiye sezdirilmeden yapılması, hem bir nezaket eseri, hem de Allah indinde dua ve niyazların makbuliyetine manevi bir işaret sayılmakta idi.

Müminlerin hasretle beklediği üç aylar

Yine bu kutlu günlerde “gecesini kıyam, gündüzünü siyam” ile geçirir denildiği şekilde bütün gecesini zikir ve ibadetle geçiren ve bir tarîkate intisabı var ise, sabah namazlarından sonra “evrad-ı şerife” okumakla, şayet tarîkate mensup değilse “delâil-i hayrat” kıraat etmekle kuşluk vaktini bulanlar az değildi. Gecenin “sülüs vakti”nde (üç bölümünde) “temcid’e, teheccüd”e kalkanlar, yahut evrad, ezkâr, istiğfar, tesbih ve tahmid ile seccade üstünde sabahlayanlar, hemen her evde, bilhassa yaşlı halkı çok olan evlerde daima görülürdü.

Hac niyetiyle sakal bırakanlar, yemeden içmeden kesilip camilerin bir köşesinde günlerce itikâfa girenler, Kur’an-ı Kerîm’i hatmedenler, Hatm-i Şerif duası yaptıranlar da hep bu ayları beklerlerdi. Hıfz’a başlamak, hıfz’a çalışmak, yahut Kur’an-ı Kerîm’in cüz başlarından veya sonlarından birkaç sahife ezberleyip “yarım hafız” olmak da bu aylara mahsus gibi idi. Zira bu aylarda yapılan her şey daha feyizli, daha bereketli olmada idi.

Bu ayların hürmetine kıyafetlerine düzen vermek isteyen Mevlevî dervişleri sikkelerini, tennurelerini2 ve diğer tarikat müntesipleri de deve tüyü, bal köpüğü veya süt beyazı rengindeki ortadan kılınçlı (tek dilimli) arakıyelerini (derviş başlığı), onun üzerine kıvrım kıvrım, kat kat dolanmış yeşil, siyah, kırmızı, sarı veya krem rengi şemlelerini (ince sarık) yıkayıp, ütüleyip yeniden sararlardı. Kısasına “haydariye”; diz kapağına kadar uzayanına da “huseyniye” denilen yine yeşil, kırmızı veya kahverenginden aba yeleklerini değiştirirlerdi.

» Kur’an ayı: Ramazan ayında oruçla birlikte en çok yapılan ibadet Kur’an-ı Kerim okumaktır. Bilhassa mukabele bu aya mahsus devam edegelen bir sünnettir. Osmanlı’da bir derviş tasviri.

Dergâhlar ve medreseler

Zamanının ilk büyük konservatuarı sayılan dergâhların zikir âlemlerinde büyük bir coşkunluk göze çarpardı. Mekteplerde “ilâhicilik”e, tekkelerde “zâkirlik”e özenen güzel sesliler de bu aylarda meşke başlayacak olurlarsa daha çabuk feyiz alacaklarına inanırlardı. Bundan dolayı ilâhi meşk eden meşhur Zekâi Dede, Balat İmamı Hasan Efendi, Yeniköylü diğer Hasan Efendi, Yaşar Baba ve Terlikçi Mehmet gibi tanınmış birinci sınıf zâkirbaşıların ve hocaların talebe sayısı, bu aylarda daha çok artar ve yenilenirdi.

Medreselerde talebe-i ulûm’un cerre çıkmaları da, bu ayların başında başlar ve ramazanın sonuna kadar devam ederdi. Cerre çıkmak, bir çeşit ilmiyye stajı yapmak oluyordu. Bir çoğunun gözleri sürmeli, kıvırcık müzellef sakallı genç softalar, taze mollalar, yumruk kadar küçük başlarında acemice sarılmış kocaman bir sarıkla ve sırtlarında “Muaviye Cübbesi” denilen kısacık bir cübbe veya eski salta ile uzak köylere dağılırlar; buralarda namaz kıldırarak, mukabele okuyarak, yahut cemaate va’z-u nasihat ederek ve Ramazan sonunda “fitre” ve “zekât” gibi dünyalıklar toplayarak bir senelik geçimlerini, böylece doğrultmaya çalışırlardı.

Üç aylarda çarşı ve pazar

Evlerin “Ramazaniyelik” masrafları da bu Recep, Şaban, ayları içinde düzülür, çarşı ve pazarda halkın ve cemaatin gelip geçtiği yerlerde, dükkân ve mağazaların cemakânları, vitrinleri boydan boya süslenir, daha da zenginleştirilirdi. İstanbul ve Galata çevresindeki piyasa yerleri, hususiyle Yemiş, Asmaaltı cihetlerinde, Yağkapanı’nda, Balkapanı’nda, hele Mısır Çarşısı’nda ticaret yapan esnafın faaliyetleri, alış verişleri her günden ziyade olurdu. Devrinin İslâm üniversitesi haysiyetini taşıyan ve yetiştirdiği benam ulemasıyla meşhur olan Fatih Camii başta, Ramazana mahsus sergileriyle şehrin içinde birinci gelen Beyazıd Camii’nin avlusunda biriken kalabalık ve diğer selâtin camilerini tıklım tıklım doldurup taşan cemaatin azamet ve kesafeti, avlu meydanlarını ve sergi önlerini mahşerden bir numune haline getirirdi.

Yahudilerin “Zaharya gecesi”nden bize geçmiş uydurma ibadetlerden “Zekeriya sofrası”, evlerde Şaban ayının ilk pazartesi akşamı, akşam ezanı ile yatsı arası kurulurdu. Mevsime göre tatlı tuzlu, yaş kuru her çeşit meyveden ve çerezlerden alınarak büyükçe bakır tepsinin veya “sini”nin etrafı çepeçevre donatılırdı. Sofra başında ne muradı varsa ona göre niyet edilirdi.

Güllâç ocakları

Bu aylarda dükkân saçaklarında ve zengin sofralarında görülmeye başlayan şeylerden biri de güllâç demetleri, güllâç tatlıları idi. Eski Türk tatlıcılığının güzellerinden ve en hafiflerinden biri olan güllâçlar, İstanbul’da Mevlevihane Kapısı ile Silivri Kapısı arasındaki imalâthanelerde yapılırdı. Bunlar gayetle büyük küfelere konulur, küfenin gıcırdısına ayak uydurup adım adım yürüyen köylü kılıklı bir takım adamların sırtlarında Yemiş taraflarına, bilhassa Asmaaltına getirilir; renkli sazlarla bağlanmış, incecik elvan kâğıtlarla süslenmiş, hatta bazılarının üstüne yine renkli camlardan onluk aynalar takılmış, büyüklü küçüklü, inceli kalınlı güllâç demetleri, dükkân saçaklarına, daha bu aylarda taraf taraf asılmaya başlanması, saz şairlerinin toplanıp yârenlik ettikleri “semaî kahveleri”nin “muamma askısı”na3 benzerdi.

Güllâç ocaklarında çalışanların ekseriyeti kadındı. İmalâthaneleri işletenlerin büyük bir kısmı da, yine kadın işçilerdendi. En azı yirmi kişiden ibaretti. Bıçakçı Ahmed’in Şahvar, Kara Yaşlı Kara Başlı diğer Şahvar, Sadberk Hacı, Arap Cemile, Nazlı, Derviş Mehemmed, Hayri Molla, Tatar Abdullah ve daha bazıları İstanbul’da iyi güllâç yapmakla tanınmış eski ustalardandı. Bu sanatkâr insanlar senede ortalama olarak yüz bin okka güllâç çıkarırlardı. Bu ustaların tezgâhından çıkan “Mevlâne Kapı Güllâçları” çok meşhur olmuştu. Kendileri de o civarda otururlardı.

Camilerdeki hazırlık

Selâtin camilerinde, kürsü şeyhlerine mahsus “mev’ıza”lar, minare mahyaları, mahyalarda türlü resimler, bu ayların girmesile hazırlanmaya başlardı. Üç ayların başında “müjdeci kandil” ile beraber giren ve birbirini ara ile takip eden kandillere daha sonra gelen ramazan, kadir ve bayram gecelerine eskiler “leyali-i mübareke” derlerdi. Pek azametli şekilde geceli gündüzlü kutlanıp ihlâs içinde ihyâ edildiğinden tekke ve tarikat mensuplarınca da “ihya gecesi” denilmişti. Cami ve tekkelerde bu gecelere mahsus olarak yapılan çok cemaatli ve cemiyetli ibadetler, Müslüman gönüllerini, hakikaten ihyâ ve imar etmekte idi.

Kandillerin gelişi, sadece minarelerin donatılması, akşam sofralarına simid, çörek konulması veya sokak başlarında mahalle delikanlılarının “sebil-ül-lah, sebil-ül-lah…” diye gelene geçene su dağıtmış olmasından ibaret bırakılmamıştı. Ayrıca kandil alayları, mevlid alayları, Surre-i Hümayun alayları yapılır, zamanın padişahı da, saray erkânı ile birlikte bu alaylarda bulunurdu.

Tekkelerde ihya geceleri

Okumuş, okumamış, şehirli, köylü her sınıf halkı kubbesi altında, postları üstünde bir araya getiren ve hepsini karşı karşıya, diz dize oturtan, bir sofranın başında çevreleyip, yanyana yemek yediren, yemekten sonra da hepsine aynı dersi okutan, aynı telkini yapan İstanbul tekkelerinde, ihyâ geceleri için mükellef cemiyetler tertip olunur, büyük merasim ve âyinler yapılırdı.

Bugün tamamıyla unutulmuş bulunan “Regaibiyye” ve “Miraciyye”ler de pirî sani Selâhaddin-i Uşşakî’nin “Regaibiyesi”, Kutb-u nâyî Osman Dede’nin meşhur “Miraciyye”si teşvihlerile (kendine mahsus) ilâvelerile birlikte okunur, saatlerce süren kuud tevhidleri, dalga tevhidleri, ayrıca kıyam zikirlerinden kıyam ism-i celâli, kıyam hayyi, içiçe iki, üç halkalı muhteşem devranlar, birbirinden zevkli, feyizli ve gayetle ahenkli olarak çok defa sabah namazı vaktine kadar bıktırmadan, usandırmadan vecd içine sürüp giderdi. Bunların en ihtişamlısı Kocamustafapaşa’da Sünbül Efendi hankahında olurdu. Drağman Sünbülî tekkesinin son postnişini Şerefüddin Efendi merhum, aynı zamanda bu makam-ı âlide “piş-i kadem” (Şeyhin kıdemli muavini) bulunuyordu. Basbariton sesiyle ve çok güzel idaresiyle gayetle ustalıklı devran ettirdiğinden, devranın birinci faslını açmak ve yürütmek, usulen ve daima “piş-i kadem” efendiye aitti. Sünbül Efendi hanikahında, şeyh Şerefüddin Efendinin idaresindeki devran zikrine, bundan dolayı doyulmaz ve dayanılmazdı.

Karagümrük’deki cümbüşlü zikirler

Keza Karagümrük’te, Hz. Nureddin âsitanesinde yapılan zikirler de, pek cümbüşlü olurdu. Dergâhın son postnişini, yoluna pek çok sadık ve münevver bir zat olan fahr-ül meşayih Fahreddin Efendi de (şimdi bir hayli yaşlı pek rahatsız olan efendiye, cenab-ı şafi-i hakiki acil şifalar ihsan buyursun) daima boğuk sesli ve kısa boylu olmasına rağmen usul ve erkâna vukufu, ustalıklı destar sarması gibi, iyi devran ettirmekte de şöhret yapmışların arasında birincilerden sayılmakta idi.

Hele devranda “ikili bir” denilen düyek usuliyle tabanını yere sürterek ve hafifçe kaydırarak “çit çit” ayak vurması, pek tertipli, pek ahenkli ve son derece zevkli ve emsaline örnek gösterilecek mükemmeliyette idi. Ne yazık ki bu mazbut ve makbul usulü yanındakilerden hiç kimse lâyıkiyle öğrenmiş, hatta öğrenmeye özenmiş değildi.

Devrana burada ekseriya Hazret-i Pîr Nureddin-i Cerrahi’nin nutk-u şerifi olan:

Dil beytini pâk iden

Dervişi anka iden

Bihamdillâh tevfik’a iren

Mevlâyı zikirdir zikir.

ilâhisi ile ayağa kalkılır ve devrana girilirdi. Hicaz perdesinde başlar, türlü tavırlara geçerek gittikçe artan coşkunlukla devam edip giderdi. Nureddin’lilere mahsus olduğu halde biraz Eşrefi usulüne kayan ve benzeyen “Tavaf Tevhidi”nin ilâhi gulgulesi, tevhid ile mest olmuş, ağızlardan ve gönüllerden arşa yükselir, pek kudretli bir musiki ihtifal ve ihtilâli halinde bütün kalpleri ve gök kubbeyi sarardı.

Gönülden dualar

Halkın “Defderlerin dürüldüğü gece” dediği “Berat Gecesi”nde, her Müslüman evinde, akşam ezaniyle yatsı arasında, yahut yatsı namazından sonra, seccadeden kalkmadan, Allah’ın sid kulları arasına katılmak, yani necat bulmuş, saadete erişmiş kullardan olmak için:

“Yarabbi sen eğer benim ismimi şakiler defterine, ehl-i cehennem olarak yazmış isen, sen onu sid’e tahvil buyur” mealindeki duaya devam edilir ve “beraatını sağ eline alanlardan eyle bizi” temennisi, üst üste tekrar olunurdu.

Evlerde ve tekkelerde berat gecesine mahsus okunması âdet ve usulden olan ilâhiler de vardı. Meselâ Bursalı İsmail Hakkı’nın:

Yazılır halkın beratı

Gelince berat gicesi

Ger hayatı ger mematı

Gelince berat gicesi

Cennet kapusun açarlar

Aleme rahmet saçarlar

Mü’mine hulle biçerler

Gelince berat gicesi,

ilâhisi daha ziyade Halveti tekkelerinde okunurdu. Yahut Emir Sultan’ın:

Açılmış dükkânlar kurulmuş Pazar

Canlar mezad olur dellâller gezer

Oturmuş Ümmetin beratın yazur

Hakka mahvûb sultanı buldum,

ilâhisine geçilirdi. Veya Seyyid Velâyed’in:

Gönüller irince zevk-u sâfaye

Bakımaz çekilen cevru - cefaya

İrişdik Hakteâlâdan atâye

Şereflendik bu şeb elhamdülillâh,

ilâhisi onu takip ederdi.

Padişahın, haremeyn-i muhteremeyn ahalisine gönderdiği Surreler4 için mükellef alaylar tertiplenirdi. “Emanet”ler, Berat gecesinden önceki günün sabahında yola çıkarlardı.

İçi altın ile doldurulmuş ve padişahın mührü ile mühürlenmiş keselere inci püsküllü, altın zincirli kandiller, askılar, alemler ve levhalar gibi milyon değerinde hediyeler de ilâve olunurdu. Surre alayının başında “Surre Emini” denilen şurefadan bir zat bulunur; gönderilen bu kıymetli hediye ve “Atıye”lerin hepsi bu zata teslim ve emanet edilirdi. Sultan İkinci Abdülhamîd zamanına kadar devam etmiş olan “Surre-i Hümayun alayları”nda, son “Surre Emîni”, Fatih ders-i âmlarından Fıkıh ve Hadîs alimlerinden Tireli Hacı Kâmil Efendi (Ertuğ) merhum idi.

Hulâsa gerek “üç aylar” dediğimiz Recep, Şaban ayları ve onları takip eden Ramazan-ı Şerif, daha görülmeden, gelmeden aylarca önce hazırlanan bin bir ihtimam ve ihtiram ile karşılanırdı. “On bir ayın bir sultanı” tam manasıyla ibadet ayına yakışan bir şekilde mübarek bir vekarın doyulmaz hazzı içinde kutlanır ve uğurlanırdı.

Not: Cemaleddin Server Revnakoğlu’nun, Tarih Konuşuyor, Cilt: 1 / Sayı: 6 / Temmuz 1964 tarihli nüshasında yayınlanan yazısından iktibas edilmiştir.

Dipnotlar

1. Ninelerimiz, dedelerimiz üç ayları ve diğerlerini Muharremden başlayarak şöyle sayarlardı: Aşure, Safer, Büyük Mevlüd, Küçük Mevlüd, Büyük Tevbe, Küçük Tevbe, Recep, Şaban, Ramazan Bayramı (Şeker Bayramı), Aralık, Kurban (Kurban Bayramı yahut Hacılar bayramı).

2. Mevlevi dervişlerinin, sema âyin-i şerifi sırasında sırtlarına giydikleri kırmalı etekli entari.

3. Eskiden halk şairlerinin toplanıp karşılıklı şiirler söyledikleri kendi kahvelerinde ortaya atılan bir muammaya cinaslı ve cemiyetli şekilde karşılık verilinceye kadar tavanda asılı duran manası çözülmemiş kapalı mefhum.

4. Aslı “Surre-i Zer” Haremeyn-i Muhteremeyn (Mekke Medine) halkına dağıtılmak üzere padişahın resmen gönderdiği içi altınla doldurulmuş keseler.