Dr. Nikolas Gardner: “İngilizlerin Kût’taki mağlubiyeti gizlemeleri imkânsızdı”
Dr. Nikolas Gardner çalışmalarını askerî tarih alanına teksif etmiş bir akademisyen. Derin Tarih dergisinden yazı işleri şefi Halil Solak Royal Military College of Canada’da görev yapan Gardner’la Kût’ülamâre: Mezopotamya’da bir Savaş 1915-1916 adlı kitabından hareketle heyecanlı bir konuşma yaptı.
İngiliz tarih yazımında Kûtu’l-Amâre Savaşı nasıl ele alınıyor?
Pek çok tarihçi Kûtu’l-Amâre kuşatmasında yaşanan başarısızlığın İngilizlerin kendilerine aşırı güvenlerinden kaynaklandığını söylüyor. Irak’ta Osmanlı kuvvetlerini çabucak alt edebileceklerine inanan İngilizler Mezopotamya harekâtı için yeterli kaynak tahsis etmemişler; haliyle birlikleri 1915 yılı sonunda Kût’ta kuşatılmış ve 1916 Nisan’ında teslim olmak zorunda kalmıştı.
Kitabımda “İngilizlerin bu harekât için tahsis edilen kaynak yetersizliğine ve Osmanlıların kabiliyet ve kararlılığına rağmen” Kût’ta yaşanan mağlubiyetin “kaçınılmaz” olmadığını gösteriyorum. Zira alınan bu yenilgi, büyük oranda Mezopotamya ordusunun ekseriyetini teşkil eden Hint askerleriyle İngiliz kumandanlar arasındaki münasebetten kaynaklanmıştı. Nitekim Townshend, Tizpon’da galibiyete oldukça yaklaşmıştı ve Kûtu’l-Amâre kuşatmasını yarmak için daha fazlasını da yapabilirdi. Fakat esas endişesi, emri altındaki Hintlilerin manevi çöküşlerine mâni olabilmekti. Dolayısıyla Hintliler arasında hissedilen hoşnutsuzluk alametlerine karşı hassastı ve onları alışık olmadıkları güçlüklere göğüs germeye ya da itikat ve perhizlerinden taviz vermeye zorlamak istememişti.
Bu hareket Townshend’e mahsus değildi: İngiltere’nin imparatorluğunu idare ederken takındığı tavrın yansımasıydı. İngiliz memurlar, iktidarlarının büyük oranda sömürgelerinin gözündeki itibarlarıyla mütenasip olduğuna inanıyorlardı. Evet, bu itibar belki askerî güce dayanıyordu fakat aynı zamanda tebaalarını benimsedikleri inançlara hürmetkâr bir biçimde idare edebilmek kabiliyetiyle de alakalıydı.
Mezopotamya cephesinin açılmasının ardındaki asıl sebep neydi?
İngilizlerin amacı, 1914 Kasım’ında güney Mezopotamya’da muhtelif mevkileri işgal ederek petrol ve rafineri sahalarına ulaşmayı garantiye almak ve Osmanlı idaresine karşı başkaldıracaklarına inandıkları Arap emirlere kararlılıklarını göstermekti. Fakat 1915’te İngiliz liderler Bağdat’ı almayı kararlaştırdılar; bu daha büyük bir hedefti. Zira maksatları Türklerle Hindistan ve Asya’nın diğer bölgelerinde idareleri altında bulunan Müslümanlara üstünlüklerini kabul ettirmekti. 1915’te Çanakkale’de alınan mağlubiyetten sonra itibarlarını kurtarmak için bir başka cephede zafer elde etmek zorundaydılar.
Townshend Selman-ı Pak’tan Kût’a çekildikten sonra askerlerinin motivasyonunu nasıl sağladı?
Townshend’in yaptığı belki de en mühim hareket, kuvvetlerinin Kût’ta bir müddet durup toparlanmalarına izin vermesiydi. Dicle’ye kadar çekilebilirdi fakat emri altındakilerin şiddetle istirahate ihtiyacı vardı ve şayet durmasaydı manen çökerlerdi. Sorun, Kût’un düşman tarafından kuşatılabilecek bir yer olmasıydı ve zaten Townshend’in kuvvetleri de tuzağa düşürüldü. Kût’tan daha ileriye çekilseydi acaba baskından kurtulabilir miydi, bilinmez. Ancak astları birliklerin ric’ate devam edebileceğine inanıyordu. Nitekim onları takip eden Türk kuvvetleri de yorgun ve açtı, dolayısıyla kaçmak mümkün olabilirdi. Fakat Townshend kuvvetlerinin maneviyatlarını toparlayabilmek için istirahate ihtiyacı olduğuna kâniydi. İşte bu yüzden orada durdu.
Cephede sanayi teknolojisi
Açlık ve propaganda sebebiyle İngiliz birliklerinden ayrılıp Türklerin safına geçen Hint askeri oldu mu?
30-40 Hint askeri Türk saflarına kaçtı. Kaçmak isterken vurulup ölenler de oldu. Kaçışın neticelerini gören pek çokları, haliyle daha ehven tedbirlerle hizmetten kaytarmanın yollarını aradılar. Kendilerini yaralayanlar ya da alenen ilerlemeyi reddedenler de oldu. Sebebi sadece açlık ya da propaganda değildi. Müslüman pek çok asker, düşmanı da olsa, bir başka Müslümana silah doğrultmak istemiyor ya da Şiilerin mukaddes kabul ettikleri bölgede çarpışmaktan sakınıyor sakınıyorlardı. Bunlar Mezopotamya’daki Hint kuvvetlerine ait azınlık bir gruptu. Ayrıca Kuzeybatı cephesindeki (bugünkü Afganistan ve Pakistan’ın kuzeybatı hududu) Peştunlar arasında da manevî bir çöküntü hâkimdi. Bu birliklerdekilerin harekâta karşı takındıkları isteksiz ve muhalif tavır, vaziyetin yaygınlaşmasından korkan İngiliz kumandanları endişelendiriyordu.
Bir tarihçi olarak, iki kumandanı kıyaslayın desek?
Böyle bir kıyas zor, çünkü ikisinin de görevi farklıydı. Başlangıçta Townshend’in amacı düşmanı mağlup edip Bağdat’ı almaktı; bu da taarruzî bir hareket gerektiriyordu. Halil Paşa’nın gayesiyse Townshend’in kuvvetlerini Kût’ta sıkıştırmak ve Dicle’nin alt tarafında mevziler oluşturup ona yardıma gelecek kuvvetleri engellemekti. Fakat Halil Paşa’nın 20. yüzyıl savaş realitelerini Townshend ya da Nureddin Paşa’dan daha iyi kavradığı görülüyor. Townshend’in Selman-ı Pak’a yaptığı hücum ağır kayıplara yol açmıştı. Hakeza Nureddin Paşa’nın da daha Kût kuşatmasının başlarında gerçekleştirdiği pek çok hücum ciddi kayıplara sebep oldu.
Halil Paşa, amacına ancak müdafaada kalarak ulaşabileceğini kavramıştı. Ayrıca ne pahasına olursa olsun mevkiini muhafaza etmek zorunda olduğunu da düşünmüyordu. Mesela İngiliz yardım kuvvetleri tarafından saldırıya uğradığında müdafaa hattını terk edip nehrin yukarısında bir başka noktada mevzi almadan önce hasmına saldırıp ciddi kayıplar verdiriyordu. Bu anlamda Batı cephesindeki pek çok Avrupalı kumandandan daha ileri düzeydeydi. Mesela 1916’da Alman komutanlar her hâlükârda siperleri muhafaza etmek gerektiğini düşünüyorlardı.
Kitabınızda savaşta sanayi teknolojisinin ‘görülmemiş bir rol’ üstlendiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Sanayi Devrimi gerek makineli tüfekler, gerekse topların seri üretimini mümkün kıldı; hakeza en dakik standartlarda cephanelik de üretildi devrim sayesinde. Bütün bunlar 20. yüzyılın savaş meydanlarını daha tehlikeli hale getirdi, meydanlar uçuşan ölümcül metallerle dolup taşıyordu. Bu, siper alıp ateş eden “müdafiler” için avantaj sağlıyordu. Öte yandan “muhacim” saldırmak için harp meydanında ilerlemek zorundaydı.
Taktik olarak şu anlama geliyordu: Artık Napolyonvari kanat hücumları yanında gücün harp sahasının merkezî bir noktasında toplanması imkânsız değilse de çok zordu. Fakat kumandanların bunu algılaması zaman aldı. Mezopotamya’da 6. Hint Tümeni Townshend, Napolyon’un prensiplerini takip ederek önemli zaferler kazanırım düşüncesiyle girdi 1. Dünya Savaşı’na. Fakat 1915 Kasımı sonunda Tizpon’daki muharebede siper almış Osmanlı kuvvetlerine saldırınca ağır kayıplar verdi.
Bu beklenmedik mukabele, generalin Aralık başında Kûtu’l-Amâre’deki çatışmaya kadar kenara çekilmesine sebep oldu. Aynı şekilde 1916 başlarında Kûtu’l-Amâre’deki kuşatmayı kaldırmak için gönderilen kuvvetlerin kumandanları da benzer sıkıntılar yaşadılar. Kût’a ulaşmak için Dicle’nin ötesine geçmek zorundaydılar ancak Osmanlı kuvvetleri nehrin iki yakasına da ürkütücü denilebilecek müdafaa hatları yerleştirmişti.
Hâsılı, komutanların harp meydanında endüstriyel silahların doğurduğu realiteye intibakta yaşadıkları güçlükler kuşatmanın akıbetine doğrudan etki etti.
Ortadoğu’nun dönüm noktası
Savaşın kaybedilmesinin ardından bu hadise İngiliz medyasına nasıl yansıdı?
Batı cephesinde yürütülen harekâta nispetle Mezopotamya basında pek az yer bulabildi. Bu, kısmen oradaki askerlerin mücadele ettiği korkunç şartları kamuoyundan saklı tutmak içindi. Fakat Kût’ta alınan bu çapta bir mağlubiyeti gizlemek imkânsızdı; zira bu kuşatma o dönemde İngiliz askerî tarihinin en uzun kuşatmasıydı ve Cornwallis’in 1781’de Yorktown’da teslim oluşundan sonraki en büyük mağlubiyetti.
Savaşın İngilizler tarafından kaybedilmesi genelde 1. Dünya Savaşı’nın, özelde Ortadoğu’nun geleceğini nasıl etkiledi?
İngilizler için Townshend’in teslim oluşu, itibarlarına indirilen ağır bir darbeydi. Fakat bu, pek çok cephede çarpışan Osmanlıların o bölgede giderek gücünü kaybettiği bir sırada oraya daha fazla kaynak sevkine vesile oldu. Dolayısıyla Kût’ta alınan mağlubiyet Mezopotamya ve dolayısıyla Ortadoğu’da devam eden muharebe için bir dönüm noktası oldu. Haliyle bu mağlubiyet, bölgeye daha fazla asker ve kaynak yanında daha kabiliyetli kumandanların sevkine, bu da 1917’de Türklere ağır darbeler indirilmesine yol açtı. 1918’de savaş bittiğinde İngilizler, Osmanlıların Ortadoğu’da hâkim oldukları arazileri ele geçirmişlerdi.
Bunun Ortadoğu için iyi mi, yoksa kötü mü olduğu sorusunu cevaplandırmak güç. İngiltere’nin yıllardır devam eden savaşlar sebebiyle sosyal yapısı altüst olmuş ve millî/etnik kimlik ayrılıkları giderek bilenmiş böyle devasa bir mülkü idare edebilecek ne iradesi vardı, ne de kaynağı kalmıştı. Nitekim 1918’den sonra başlayan çatışmalar hâlâ devam ediyor…
Kût’a ilginizin sebebi nedir?
Doktora tezim İngiliz ordusunun savaşın ilk yıllarında Batı cephesindeki faaliyetleriydi. Araştırmalarım sırasında onbinlerce Hintlinin 1914’te Fransa’da İngilizler için çarpıştığını görünce şaşırdım. Haliyle Hint askerlerinin bu hareketinin ardındaki sebepleri, İngiliz İmparatorluğu’nun bekâsı için nasıl ve neden yardımcı olduklarını merak ettim.
Mezopotamya harekâtıyla ilgilendim, zira orada bu askerlerin pek çoğu kendi dindaş ve toplumları karşısında İngilizlere karşı sadakat sınavı veriyorlardı. Kût kuşatması onların yaşadığı bu açmazın en yoğun ifadesiydi çünkü askerler sırf dinî gerekçelerle sempati duydukları düşmanla çarpışıyorken, hayatta kalmak için dinî inanış ve perhizlerini terk etmek zorunda kalmışlardı.
Bu manzara İngiliz İmparatorluğu’nun temel zaaflarından biridir. İngilizler, idare ettikleri topluluklar birleşerek kendilerine başkaldırmasın diye çeşitli muhalif etnik ve dinî kimliklerin teşekkülünü teşvik ettiler. Fakat aynı İngilizler, Hint askerlerinden etnik ve dinî ayrılıklarını “askerî hizmet” aşkına göz ardı etmelerini istediler. Büyük oranda başarılı da oldular. Ancak 20. yüzyıl ilerledikçe millî ve etnik kimlikler daha da belirgin hale geldi; Hint ordusu ve savunduğu imparatorluk müdafaa edilemez oldu.
Son olarak eserinizi hazırlarken ne gibi güçlüklerle karşılaştınız?
Her iki tarafta çarpışan askerlere kıyas edilecek olursa, hiç! En büyük güçlük arşiv malzemesine ulaşmaktı. Bir de ailemden uzak kalmak...