Dostoyevski Ayasofya’ya Haç Takılmasını İstemişti!
ÜMİT BAYAZOĞLU
Dünya edebiyatını en çok etkileyen ve en çok okunan yazarlardan biri olan Dostoyevski'nin eserleri birçok düşünürünün fikirlerini derinden etkiledi. Romanlarından âşığı olduğumuz Dostoyevski’nin 1877-78 Osmanlı-Rus Harbinin aleyhimize sonuçlanması Slav damarını kabartmıştı.
Dostoyevski Türk edebiyatını derinden etkilemiş yazarların başında gelir. Rus yazarın başta Suç ve Ceza, Kumarbaz, Karamazof Kardeşler gibi romanları, Tuhaf Adamın Düşü, Beyaz Geceler, Başkasının Karısı gibi öyküleri, 1940-1970 yılları arasında yeşeren edebiyat ve düşünce dünyamızda kalıcı izler bırakmıştı. Eserlerinde 'ezilen ve baskı altında tutulan halktan yana tavır alması, her fırsatta halkı yüceltmesi' çok etkilemişti bizi. O Dostoyevski ki, gençliğinde Çar diktatörlüğüne muhalif gizli bir örgüte katılmış, bu yüzden hapse atılmış, 4 yıl Sibirya'da kürek cezasına çarptırılmıştı. O yıllarda inancını şöyle ifade ediyordu:
“Son derece kutsal, ahlakî, en önemlisi de tüm insanlığı içine alan sosyalizmi, gelecekte istisnasız bütün insanlığın temel yasası olarak görüyorum. Bu ülkünün büyüleyici etkisi, 1848 Paris Devrimi'nden çok önce sarmıştı bizleri. Geleceğin 'yeniden kurulmuş bir dünya' gerçeğine ve komünist bir toplumun kutsallığına adamıştım kendimi”.
Ancak yazar Sibirya'da çok değişti. Onu bu kadar değiştiren, bir mahkûmun hediye ettiği İncil oldu. İncil'i okudu, çok etkilendi ve aslında bir Ortodoks olduğunu hatırladı. Bundan sonra artık rehberi İncil oldu. Tıpkı Suç ve Ceza romanının baş kahramanı gibi… Malum, Raskolnikov da Sibirya'da teselliyi İncil'de bulmuştu.
Dostoyevski'nin 'hidayete erişi' Türk solunda 'yılgınlık' sonucu bir 'zaaf' olarak yorumlanmış ve derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Zaten Sovyet Komünist Partisi de Dostoyevski'den hiç hoşlanmazdı.
Savaş zehirli havayı temizler
Yazarın hemen her eseri Türkçeye tercüme edildi ve hepsi büyük ilgi gördü. Son olarak 2001'de Dostoyevski'nin hatıratı çıktı. Dilimize Kayhan Yükseler'in çevirdiği 2 ciltlik Bir Yazarın Günlüğü nedense romanları kadar ilgi çekmedi. Hatta fikir-sanat âleminde hiçbir yankı uyandırmadı. Dostoyevski bu hatıratı yazarken 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi yaşanıyordu. Rumi 1293 yılına denk geldiğinden '93 Harbi' olarak bilinen savaş büyük bir yenilgiyle aleyhimize sonuçlanmıştı. Rus ordusu Balkanları işgal etmiş, oradan İstanbul'a (Yeşilköy) kadar gelmiş, nihayetinde büyük topraklar kaybedilmiş, Abdülhamid saltanatının en acı günleri yaşanmıştı.
Dostoyevski bu savaş sırasında yükselen Slav milliyetçiliğinden çok etkilendi. Bundan da öte, ülkede kabaran hamasete yazılarıyla yön vermeye çalıştı. Ona göre artık savaşma vakti gelmişti. Uzun bir barışın insanları canavarlaştırdığını, ahlaksızlaştırdığını, halbuki savaşın iyileştirici bir gücü bulunduğunu, hatta insanları rahatlattığını savunuyordu:
“Bu savaş bize gereklidir! Savaş, çürümüşlüğün batağında ruhsal acılar içinde otururken soluduğumuz o zehirli havayı temizleyecektir”.
Ama Rusya'da yazarın deyişiyle savaş karşıtı 'Türk âşıkları' da vardı:
“Bugünlerde mantar gibi Türk düşkünleri türemeye başladı. Üstelik bunlar bilim adamı, öğretmen, profesör. İslam âlemi, Hıristiyan âlemine bilimi getirmiştir. Araplar bilimle ışırken Hıristiyanlar cehaletin koyu karanlığına gömülmüşlerdi vesaire vesaire. Bakın dikkatinizi çekerim, burada cehaletin nedeni olarak Hıristiyanlık gösteriliyor. Tersinden baktığımızda İslamiyet'in ışık kaynağı olduğu anlamı çıkıyor. Ne yalnızlığa mahkûm bir mantık!”
Dostoyevski, İslam Rönesansının devamının gelmediğinin de farkında. “O zaman neden mumları erken söndürmüşler, sormamız gerek” diye bitiriyor cümlesini.
Romanlarından âşığı olduğumuz Dostoyevski'nin Türkler hakkında neler düşündüğünü biliyor musunuz? Meğer 93 Harbi Dostoyevski'nin Slav damarını kabartmış.
Savaş zehirli havayı temizler Yazarın hemen her eseri Türkçeye tercüme edildi ve hepsi büyük ilgi gördü. Son olarak 2001'de Dostoyevski'nin hatıratı çıktı. Dilimize Kayhan Yükseler'in çevirdiği 2 ciltlik Bir Yazarın Günlüğü nedense romanları kadar ilgi çekmedi. Hatta fikir-sanat âleminde hiçbir yankı uyandırmadı. Dostoyevski bu hatıratı yazarken 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi
Dostoyevski Rus nihilistlere de çok kızgındı. Çünkü onlar, “Her şey saçma, dava falan yok, adresler yanlış, bu Rus tarzı değildir. Slav'ı, Bulgar'ı icat ettiler. Türk'ü seviyoruz, Türkler Bulgarlardan iyidir” diyorlar, savaşa karşı duruyorlardı. Rus ahalide ise “Durduk yere başımızı belaya soktuk” endişesi hakimdi.
Sokaklarda herkes birbirine soruyordu: “Rusya niçin bu riski göze alıyor? Çıkarı ne?”
Onlar da Dostoyevski'nin boy hedefiydi:
“Rusya'nın asıl çıkarı Slavları birleştirme ülküsüdür. Ruslar yüzyıllardan beri kendilerine miras kalan ve hiç sapmadan izlemiş oldukları yüce Ortodoks düşüncesine ve Slav ideallerine ihanet edemezler”.
Avrupa ile yakınlaşmak ahlâkı bozar
Yalnız savaş karşıtı 'iç düşmanlar' değildi Dostoyevski'yi öfkelendiren; 'dış düşmanlar' da vardı. Başta İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa'ya da ateş püskürüyordu:
“Avrupa'da yine Ruslara karşı bir kuşku, bir güvensizlik… Bizi sevmiyorlar, bizi yıkmaya eğilimli kişiler olmakla suçluyor, aşırı buluyorlar. Onların gözünde biz yabanıl Tatarlarız. Eski Roma'yı ve kutsallığını yerle bir etme cinnetine kapılan vahşi Hunlardan daha barbar görüyorlar bizi”.
Yazar, Avrupa ile yakınlaşmanın Rus aklına ve düşüncesine zararlı ve ahlâk bozucu olduğu, Ortodoksluktan sapmalara yol açacağı ve Rusya'yı yıkıma götüreceği inancındaydı.
1876'da patlak veren Sırp isyanı Rusya için 'Hasta Adam'a saldırmanın bahanesi olmuştu. Dostoyevski savaş istiyordu:
“Türklerin zulmü altında ezilen Slav kardeşlerimiz için değil sadece, kendi kurtuluşumuz için de bu savaşı başlatacağız. Rusya'nın asıl çıkarı, gerektiğinde belirli bir insan kaybını göze alarak, doğru yoldan sapmamasıdır”.
Sırp isyanına Bulgarlar da katılmıştı. Artık Ruslar için, Slavlar için zafer yakındı. Ama yazarın zaferin önünde engel olarak gördüğü bir endişesi vardı: Avrupa!
Çünkü çöken Osmanlı İmparatorluğu'nu Avrupa'nın tek başına Rusya'ya yedirmeyeceğini biliyordu. “Eğer Avrupa işe burnunu sokmazsa” zafer mutlaka Slavların olacaktı.
Sırbistan kendi gücüne güvenerek girmemişti savaşa. Kaderini büyük abi Rusya'nın ellerine teslim etmişti. İsyana katılan diğer Slavlar da... Kendilerini yenilgiden, yok olmaktan yalnızca Rusya'nın kurtaracağını, yenmeleri halindeyse kazanımı korumak için yine Rusya'ya muhtaç olduklarını biliyorlardı.
Dostoyevski, savaşın Rusya'nın galibiyetiyle biteceğine, Osmanlı Devleti'nin yıkılıp paylaşılacağına inanıyordu. O zaman İstanbul kimin olacaktı?
İngilizler, Fransızlar, hatta bütün Avrupa İstanbul'un kesinlikle uluslararası bir kent haline getirilmesini istiyordu. Halbuki yazar, savaşın sonunda Avrupa'da ve Osmanlı tebaasında ne kadar Ortodoks itikadına mensup Slav varsa Rus Çarının otoritesi altında birleşeceğine ve bu yeni imparatorluğun başkentinin de İstanbul olacağına inanıyordu. Rumların iddia ettiği gibi İstanbul'un onların olduğunu kabul etmek asla mümkün değildi; “Dünyanın en önemli yeri olan İstanbul sadece Rumlara bırakılamaz, ayrıca onlara büyük gelir” diyordu.
Beyaz Çar da Halife!
İstanbul ele geçince Patrikhane de ele geçecekti. Binlerce yıldır Rumların elinde bulunan dünya Ortodoksluğunun liderliği Rusların olacaktı. Ama bu yeterli değildi Dostoyevski için. Onun gönlünde Avrupalı Slavların ve Rumların kendi rızalarıyla Rusya'nın liderliğini kabul etmeleri yatıyordu:
“Rusya ne adına, hangi ahlakî hak adına İstanbul'la ilgileniyordu? Hangi yüce amaca dayanarak İstanbul'u talep edecek? Evet, Ortodoksluğun öncüsü olarak, onun koruyucusu ve kollayıcısı olarak talep edecek. Rusya'nın kadim arması üzerine İstanbul'un çift başlı kartalını koyan Çar III. İvan'dan beri hedeflenen ve kuşkusuz Büyük Petro'dan sonra iyice belirginleşen, fiilen Ortodoksluğun da, Ortodoks halkların da gerçek ve tek koruyucusu durumuna geldiğimiz işte o zaman İstanbul hak edilmiş olacaktır. Slavların yeniden doğuşunu hangi Rus istemez? Ne dersiniz, gerçek değil mi bu? Bu amaç için ister istemez İstanbul er ya da geç bizim olacaktır. Halifeyse Halife, Beyaz Çar da Halife. Doğuda yaşatılan İsa gerçeğinin yeniden yükselişi, İsa haçının yeniden Ayasofya'ya dikilmesi ve başında uzun zamandan beri Rusya'nın bulunduğu Ortodoksluğun son sözü olacaktır bu.”
Dostoyevski hatıratına bu satırları yazdıktan 9 ay sonra tekrar aynı konuya dönüyor. Çünkü artık savaşın sonu gelmiştir. Rusya galip, biz mağluptuk. Barış masasına oturulmuştur. Osmanlı Sırbistan'ı kaybetmiştir ama Sırplar Rusya'ya iltihak etmemiştir. Keza Ruslar, eşiğine kadar geldikleri halde İstanbul'u da alamamışlardır.
Yazarın korktuğu başına gelmiş, Avrupa savaşa burnunu sokmuştu. Çünkü Balkanları teslim ederek Rusya ile komşu olmak istemiyorlardı. Hele hele İstanbul ve Çanakkale boğazlarında Rus hakimiyeti Avrupa için kabul edilemezdi.
Nitekim İngiltere donanmasını göndermiş, Rusları Yeşilköy'den geriye püskürtmüştü.
Haliyle yazar çok mutsuzdu, hayal kırıklığına uğramıştı. Savaşçı söylemi karşısında önceleri sesini çıkaramayan rakipleri şimdi onunla 'hayalperest' diye alay ediyorlardı. Ama o, görüşlerinde ısrarcıydı:
“O günden bu yana geçen zamanı düşünüyorum da, şimdi ortada elle tutulur bir şey olmadığını görüyorum. Hepimizin tanık olduğu o coşku ve heyecan dolu anlar, başlangıçta duyulan o büyük umutlar yerini, şimdiye kadar hiçbir sonuç getirmeyen endişelere bıraktı. Öyle ki, nasıl olacağını sadece Tanrı bilir. Nasıl çözülür? Tekrar silaha mı sarılırız, yoksa bir kez daha uzlaşmacı bir çözüm yolunu yeğleyerek uzun süre rafa mı kaldırırız, bilemem! Rusya ister barışa yanaşsın, isterse geri adım atsın, ben yine iddiamı sürdürmek istiyorum: İstanbul er ya da geç bizim olacaktır”.
Dostoyevski, maalesef bu kadar tutkuyla istediği İstanbul'u göremeden öldü. Halbuki ömrünün son döneminde parası vardı. Keşke İstanbul'a gelmiş olsaydı! Belki Haliç'in karşı yakasına Fatih'e, Süleymaniye'ye geçmezdi ama Pera'ya âşık olurdu.
“Son derece kutsal, ahlakî, en önemlisi de tüm insanlığı içine alan sosyalizmi, gelecekte istisnasız bütün insanlığın temel yasası olarak görüyorum. Bu ülkünün büyüleyici etkisi, 1848 Paris Devrimi'nden çok önce sarmıştı bizleri. Geleceğin 'yeniden kurulmuş bir dünya' gerçeğine ve komünist bir toplumun kutsallığına adamıştım kendimi”.
Ancak yazar Sibirya'da çok değişti. Onu bu kadar değiştiren, bir mahkûmun hediye ettiği İncil oldu. İncil'i okudu, çok etkilendi ve aslında bir Ortodoks olduğunu hatırladı. Bundan sonra artık rehberi İncil oldu. Tıpkı Suç ve Ceza romanının baş kahramanı gibi… Malum, Raskolnikov da Sibirya'da teselliyi İncil'de bulmuştu.
Dostoyevski'nin 'hidayete erişi' Türk solunda 'yılgınlık' sonucu bir 'zaaf' olarak yorumlanmış ve derin bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Zaten Sovyet Komünist Partisi de Dostoyevski'den hiç hoşlanmazdı.
Savaş zehirli havayı temizler
Yazarın hemen her eseri Türkçeye tercüme edildi ve hepsi büyük ilgi gördü. Son olarak 2001'de Dostoyevski'nin hatıratı çıktı. Dilimize Kayhan Yükseler'in çevirdiği 2 ciltlik Bir Yazarın Günlüğü nedense romanları kadar ilgi çekmedi. Hatta fikir-sanat âleminde hiçbir yankı uyandırmadı. Dostoyevski bu hatıratı yazarken 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi yaşanıyordu. Rumi 1293 yılına denk geldiğinden '93 Harbi' olarak bilinen savaş büyük bir yenilgiyle aleyhimize sonuçlanmıştı. Rus ordusu Balkanları işgal etmiş, oradan İstanbul'a (Yeşilköy) kadar gelmiş, nihayetinde büyük topraklar kaybedilmiş, Abdülhamid saltanatının en acı günleri yaşanmıştı.
Dostoyevski bu savaş sırasında yükselen Slav milliyetçiliğinden çok etkilendi. Bundan da öte, ülkede kabaran hamasete yazılarıyla yön vermeye çalıştı. Ona göre artık savaşma vakti gelmişti. Uzun bir barışın insanları canavarlaştırdığını, ahlaksızlaştırdığını, halbuki savaşın iyileştirici bir gücü bulunduğunu, hatta insanları rahatlattığını savunuyordu:
“Bu savaş bize gereklidir! Savaş, çürümüşlüğün batağında ruhsal acılar içinde otururken soluduğumuz o zehirli havayı temizleyecektir”.
Ama Rusya'da yazarın deyişiyle savaş karşıtı 'Türk âşıkları' da vardı:
“Bugünlerde mantar gibi Türk düşkünleri türemeye başladı. Üstelik bunlar bilim adamı, öğretmen, profesör. İslam âlemi, Hıristiyan âlemine bilimi getirmiştir. Araplar bilimle ışırken Hıristiyanlar cehaletin koyu karanlığına gömülmüşlerdi vesaire vesaire. Bakın dikkatinizi çekerim, burada cehaletin nedeni olarak Hıristiyanlık gösteriliyor. Tersinden baktığımızda İslamiyet'in ışık kaynağı olduğu anlamı çıkıyor. Ne yalnızlığa mahkûm bir mantık!”
Dostoyevski, İslam Rönesansının devamının gelmediğinin de farkında. “O zaman neden mumları erken söndürmüşler, sormamız gerek” diye bitiriyor cümlesini.
Romanlarından âşığı olduğumuz Dostoyevski'nin Türkler hakkında neler düşündüğünü biliyor musunuz? Meğer 93 Harbi Dostoyevski'nin Slav damarını kabartmış.
Savaş zehirli havayı temizler Yazarın hemen her eseri Türkçeye tercüme edildi ve hepsi büyük ilgi gördü. Son olarak 2001'de Dostoyevski'nin hatıratı çıktı. Dilimize Kayhan Yükseler'in çevirdiği 2 ciltlik Bir Yazarın Günlüğü nedense romanları kadar ilgi çekmedi. Hatta fikir-sanat âleminde hiçbir yankı uyandırmadı. Dostoyevski bu hatıratı yazarken 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi
Dostoyevski Rus nihilistlere de çok kızgındı. Çünkü onlar, “Her şey saçma, dava falan yok, adresler yanlış, bu Rus tarzı değildir. Slav'ı, Bulgar'ı icat ettiler. Türk'ü seviyoruz, Türkler Bulgarlardan iyidir” diyorlar, savaşa karşı duruyorlardı. Rus ahalide ise “Durduk yere başımızı belaya soktuk” endişesi hakimdi.
Sokaklarda herkes birbirine soruyordu: “Rusya niçin bu riski göze alıyor? Çıkarı ne?”
Onlar da Dostoyevski'nin boy hedefiydi:
“Rusya'nın asıl çıkarı Slavları birleştirme ülküsüdür. Ruslar yüzyıllardan beri kendilerine miras kalan ve hiç sapmadan izlemiş oldukları yüce Ortodoks düşüncesine ve Slav ideallerine ihanet edemezler”.
Avrupa ile yakınlaşmak ahlâkı bozar
Yalnız savaş karşıtı 'iç düşmanlar' değildi Dostoyevski'yi öfkelendiren; 'dış düşmanlar' da vardı. Başta İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere Avrupa'ya da ateş püskürüyordu:
“Avrupa'da yine Ruslara karşı bir kuşku, bir güvensizlik… Bizi sevmiyorlar, bizi yıkmaya eğilimli kişiler olmakla suçluyor, aşırı buluyorlar. Onların gözünde biz yabanıl Tatarlarız. Eski Roma'yı ve kutsallığını yerle bir etme cinnetine kapılan vahşi Hunlardan daha barbar görüyorlar bizi”.
Yazar, Avrupa ile yakınlaşmanın Rus aklına ve düşüncesine zararlı ve ahlâk bozucu olduğu, Ortodoksluktan sapmalara yol açacağı ve Rusya'yı yıkıma götüreceği inancındaydı.
1876'da patlak veren Sırp isyanı Rusya için 'Hasta Adam'a saldırmanın bahanesi olmuştu. Dostoyevski savaş istiyordu:
“Türklerin zulmü altında ezilen Slav kardeşlerimiz için değil sadece, kendi kurtuluşumuz için de bu savaşı başlatacağız. Rusya'nın asıl çıkarı, gerektiğinde belirli bir insan kaybını göze alarak, doğru yoldan sapmamasıdır”.
Sırp isyanına Bulgarlar da katılmıştı. Artık Ruslar için, Slavlar için zafer yakındı. Ama yazarın zaferin önünde engel olarak gördüğü bir endişesi vardı: Avrupa!
Çünkü çöken Osmanlı İmparatorluğu'nu Avrupa'nın tek başına Rusya'ya yedirmeyeceğini biliyordu. “Eğer Avrupa işe burnunu sokmazsa” zafer mutlaka Slavların olacaktı.
Sırbistan kendi gücüne güvenerek girmemişti savaşa. Kaderini büyük abi Rusya'nın ellerine teslim etmişti. İsyana katılan diğer Slavlar da... Kendilerini yenilgiden, yok olmaktan yalnızca Rusya'nın kurtaracağını, yenmeleri halindeyse kazanımı korumak için yine Rusya'ya muhtaç olduklarını biliyorlardı.
Dostoyevski, savaşın Rusya'nın galibiyetiyle biteceğine, Osmanlı Devleti'nin yıkılıp paylaşılacağına inanıyordu. O zaman İstanbul kimin olacaktı?
İngilizler, Fransızlar, hatta bütün Avrupa İstanbul'un kesinlikle uluslararası bir kent haline getirilmesini istiyordu. Halbuki yazar, savaşın sonunda Avrupa'da ve Osmanlı tebaasında ne kadar Ortodoks itikadına mensup Slav varsa Rus Çarının otoritesi altında birleşeceğine ve bu yeni imparatorluğun başkentinin de İstanbul olacağına inanıyordu. Rumların iddia ettiği gibi İstanbul'un onların olduğunu kabul etmek asla mümkün değildi; “Dünyanın en önemli yeri olan İstanbul sadece Rumlara bırakılamaz, ayrıca onlara büyük gelir” diyordu.
Beyaz Çar da Halife!
İstanbul ele geçince Patrikhane de ele geçecekti. Binlerce yıldır Rumların elinde bulunan dünya Ortodoksluğunun liderliği Rusların olacaktı. Ama bu yeterli değildi Dostoyevski için. Onun gönlünde Avrupalı Slavların ve Rumların kendi rızalarıyla Rusya'nın liderliğini kabul etmeleri yatıyordu:
“Rusya ne adına, hangi ahlakî hak adına İstanbul'la ilgileniyordu? Hangi yüce amaca dayanarak İstanbul'u talep edecek? Evet, Ortodoksluğun öncüsü olarak, onun koruyucusu ve kollayıcısı olarak talep edecek. Rusya'nın kadim arması üzerine İstanbul'un çift başlı kartalını koyan Çar III. İvan'dan beri hedeflenen ve kuşkusuz Büyük Petro'dan sonra iyice belirginleşen, fiilen Ortodoksluğun da, Ortodoks halkların da gerçek ve tek koruyucusu durumuna geldiğimiz işte o zaman İstanbul hak edilmiş olacaktır. Slavların yeniden doğuşunu hangi Rus istemez? Ne dersiniz, gerçek değil mi bu? Bu amaç için ister istemez İstanbul er ya da geç bizim olacaktır. Halifeyse Halife, Beyaz Çar da Halife. Doğuda yaşatılan İsa gerçeğinin yeniden yükselişi, İsa haçının yeniden Ayasofya'ya dikilmesi ve başında uzun zamandan beri Rusya'nın bulunduğu Ortodoksluğun son sözü olacaktır bu.”
Dostoyevski hatıratına bu satırları yazdıktan 9 ay sonra tekrar aynı konuya dönüyor. Çünkü artık savaşın sonu gelmiştir. Rusya galip, biz mağluptuk. Barış masasına oturulmuştur. Osmanlı Sırbistan'ı kaybetmiştir ama Sırplar Rusya'ya iltihak etmemiştir. Keza Ruslar, eşiğine kadar geldikleri halde İstanbul'u da alamamışlardır.
Yazarın korktuğu başına gelmiş, Avrupa savaşa burnunu sokmuştu. Çünkü Balkanları teslim ederek Rusya ile komşu olmak istemiyorlardı. Hele hele İstanbul ve Çanakkale boğazlarında Rus hakimiyeti Avrupa için kabul edilemezdi.
Nitekim İngiltere donanmasını göndermiş, Rusları Yeşilköy'den geriye püskürtmüştü.
Haliyle yazar çok mutsuzdu, hayal kırıklığına uğramıştı. Savaşçı söylemi karşısında önceleri sesini çıkaramayan rakipleri şimdi onunla 'hayalperest' diye alay ediyorlardı. Ama o, görüşlerinde ısrarcıydı:
“O günden bu yana geçen zamanı düşünüyorum da, şimdi ortada elle tutulur bir şey olmadığını görüyorum. Hepimizin tanık olduğu o coşku ve heyecan dolu anlar, başlangıçta duyulan o büyük umutlar yerini, şimdiye kadar hiçbir sonuç getirmeyen endişelere bıraktı. Öyle ki, nasıl olacağını sadece Tanrı bilir. Nasıl çözülür? Tekrar silaha mı sarılırız, yoksa bir kez daha uzlaşmacı bir çözüm yolunu yeğleyerek uzun süre rafa mı kaldırırız, bilemem! Rusya ister barışa yanaşsın, isterse geri adım atsın, ben yine iddiamı sürdürmek istiyorum: İstanbul er ya da geç bizim olacaktır”.
Dostoyevski, maalesef bu kadar tutkuyla istediği İstanbul'u göremeden öldü. Halbuki ömrünün son döneminde parası vardı. Keşke İstanbul'a gelmiş olsaydı! Belki Haliç'in karşı yakasına Fatih'e, Süleymaniye'ye geçmezdi ama Pera'ya âşık olurdu.