D. Mehmet Doğan: ‘Resmî İdeolojinin Ankara’sına itirazım var’

HALİL SOLAK
Abone Ol

Halil Solak, daha çok Batılılaşma İhaneti kitabıyla tanınan ve büyük emekle hazırladığı Büyük Türkçe Sözlük ile kütüphanelerimizde yerini alan, Derin Tarih dergisinin müdavim yazarlarından D. Mehmet Doğan ile yeni çıkan kitabını konuştu.

Ankara; Roma, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı izlerini barındırıyor. Resmî ideolojinin köksüz Ankara görüşü gerçekte Ankara’dan nefretin bir tezahürü mü?

Sizi daha ziyade dil ve yakın tarihe dair kitaplarınızla tanıyoruz. Bir şehir kitabı yazma fikri nasıl doğdu?

Ömrüm Ankara: Bir Ankara Şehrengizi sırf “şehir kitabı” değil. Resmî ideolojinin başkent üzerinden yürüttüğü propagandaya itiraz eden bir eser. Resmî ideolojinin ürettiği, bugüne kadar hesaplaşılmamış bir “Ankara imajı” var. “Yoktan var edilen şehir Ankara!”

Her yerde ve fırsatta tekrarlanan, zihinlerimize yerleştirilmiş Ankara tahayyülünden rahatsızlığım, beni Ankara’ya hakkını teslim eden bir kitap yazmaya yöneltti.

Cumhuriyetçiler tarihî derinliği, değeri tartışılmaz bir şehir olan Ankara’yı önemsizleştirirken, Cumhuriyet’in “mabedsiz şehri”ni kendi büyüklüklerinin, görünürlüklerinin sembolü yaptılar. Resmî ideoloji bağlılarının köksüz Ankara muhabbeti, bu ideolojiye karşı olanların Ankara nefretiyle karşılık buldu. Oysa gerçek Ankara, rejimin şehri değildir. Binlerce yıllık geçmişi olan, Roma ve Bizans izlerini barındıran Selçuklu ve Osmanlı’nın Ankara’sı ihmal edilmemeliydi.

İmparator Augustus’un vasiyetini duvarlarında barındıran mermer mabedi, Kâbe duvarına şiirleri asılan Arap şiirinin vazgeçilmez şairi İmrulkays’a isnad edilen kabri, İmparator Jülyen’in halk nezdinde “Belkıs Minaresi” diye kabul gören sütunu, Anadolu Selçuklu hükümdarlarının en muhteşemi “Uluğ Keykubad”ın camisi ve Akköprü’sü, bir Ahî şeyhi tarafından yaptırılan şehrin ulucamii Aslanhane, Fatih’in Sadrazamı Mahmud Paşa’nın 10 kubbeli büyük Bedesteni, İstanbul’un fethinin düşünce ve duygu potası Hacı Bayram-ı Veli Dergâhı ve Camii, İstiklâl Marşı’nın yazıldığı Taceddin Dergâhı... Velhasıl bugüne kadar yazılmayan, görmezden gelinen gerçek Ankara’yı yazdım.

Kasvetli, soğuk, mazisiz bir Ankara portresi var zihinlerde. Bu imajın teşekkül sebepleri neler?

Bu imaj Osmanlı sonrası kendini meşrulaştırmak ve güçlü göstermek isteyen rejimin ideolojik bir üretimidir. İşin kötüsü, resmî ideolojiye keskin itirazlar yöneltenler tarafından da benimsenmiştir. Mabedsiz yeni Ankara’ya bakarak gerçek Ankara yok sayılmıştır! Gerçek Ankara’ya Cumhuriyetçiler kadar onlara karşı olanlar da haksızlık etmiştir.

Bir Ankaralı olarak sizin gözünüzde Ankara’yı ‘ruhaniyetli şehir’ yapan şey ne?

Ankara, 20. yüzyılın başında İstanbul bir tarafa, Anadolu’nun en kalabalık şehirlerinden biri. 30-40 bin nüfuslu, 130 mihrablı (cami-mescid) bir şehir... Anadolu’da ondan kalabalık yalnız Bursa ve İzmir var. Anadolu’nun ortasında, bütün ulaşım ağlarının kesiştiği bir mevkide. İpek yolunun da güzergâhında, Kral yolunun da. Yalnız Ankara’ya mahsus tiftik keçisi ve tiftik mamulleri (sof, şalî, muhayyer) ile asırlarca kendine has bir ekonomik varlığa sahip. Selçuklu şehzadelerinin şehri, Osmanlı’nın Anadolu beylerbeyliği merkezi...

Yolu Ankara’ya uğramayan Selçuklu ve Osmanlı büyüğü yok. Osmanlı’nın kuruluş döneminde, Fetret devrinde ve İstanbul’un fethinde önemli rolü var. Eğer Ankara Osmanlı’dan yana tavır koymasaydı Karamanoğulları ve diğer doğu merkezli beyliklerden biri Anadolu’nun sahibi olacak ve tarih farklı yazılacaktı.

Ankara ahiliğin gerçek merkezi. Ahilik Osmanlı’nın kuruluşunda ciddi tesirleri olan bir akım. Selçuklu sonrası beylikler devrinde Ankara ahileri şehrin yönetimini üstleniyorlar. Din esaslı ve ekonomik temelli bu kardeşleşme kurumu yöneterek yönetilmenin de ustası. Osmanlı sınırları Ankara’ya dayandığında şehir tartışmasız bu otoriteye ram oluyor.

Şehrin ulusu Hacı Bayram-ı Veli başlıbaşına büyük bir maneviyat imarcısı. Fetret devri sonrası Darende’den Balkanlara uzanan bir tarikat Bayramilik. Hacı Bayram-ı Veli, II. Murad’ın takdir ettiği büyük bir zat; kendisinin değil de oğlunun İstanbul’un fatihi olacağı müjdesini kabulleniyor. Sonrasında oğlu genç hükümdar bu müjdeyi kuvveden fiile geçirmek için İstanbul’u ilk hedef olarak seçiyor.

Hacı Bayram’ın halifesi Akşemseddin işte bu sebepten Fatih’in hocasıdır. Diğer otuz hocadan farklı bir hocalık: Fetih hocalığı! Genç sultan İstanbul kuşatmasına sadece Bayramî şeyhlerini davet eder. Onlar da 20 bin kişiyle kuşatmaya katılır, kimi savaşır, kimi askerin maneviyatını takviye eder. İstanbul’un fethi Akşemseddin’siz, Hacı Bayram’sız ve Ankara’sız anlatılamaz...

Günümüz Ankara’sında bu ruhaniyetten eser var mı?

Yeni Ankara’nın, gerçek Ankara’nın zıddı olduğundan şüphe yok. Onda olandan kaçınılarak kurulmuş bir şehir. Buna rağmen tekkeleri ve türbeleri kapatanlar, kendi laikçi tekkelerini kurdular. “Türbe” olarak da tarihin gelmiş geçmiş en büyük anıt mezarını yaptılar. Büyüklüğü şekilde aradılar, özü kavrayamadılar. Hacı Bayram onlara model olabilseydi onun kibir mabedi Augustus’un yanına yaptığı kerpiçten ve tuğladan mütevazı yapının mânasını kavrar ve ona göre hareket ederlerdi; o zaman ruhaniyetli ve bambaşka bir Ankara ve Türkiye olurdu.

Ankara’nın en çok İstanbul’a dönüşünü seven Yahya Kemal kitabınızı okusaydı fikri değişir miydi dersiniz?

Her sözü zamanına ve muhtevasına göre değerlendirmeli. Yahya Kemal'in 1920’li yıllarda milletvekili olarak Ankara’ya gelip gittiği sıralardaki bir sözü hâlâ dil persengi. Tek ve İstanbul merkezli düşünmenin dayanılmaz kolaylığı bu sonucu doğuruyor. “İstanbul İstanbul’dur, Ankara da Ankara” diyebilsek mesele hallolacak! Yahya Kemal 1920’lerde Ankara’nın ikamet açısından zor şartlarında, hem de Osmanlı medeniyetinin timsal şehri İstanbul’u yücelten bir şahsiyet olarak konuşuyor. Bu onun için aynı zamanda bir konfor ve hayat tarzı meselesi. “Yahya Kemal bugün aynı şeyi söyler miydi?” sorusunun cevabı önemli: Çünkü ne İstanbul o eski, Yahya Kemal’in İstanbul’u ve ne de Ankara o Ankara... Birçok değeri tahrip edilmiş, büyük bir kargaşa içine düşürülmüş İstanbul’dan Ankara’ya dönmek, İstanbul’u uzaktan sevmek, Yahya Kemal’e de daha hoş gelebilirdi.