Çankaya’da bir müze olduğunu biliyor muydunuz?
MUSTAFA ARMAĞAN
Bir bağ eviyken zamanla Cumhurbaşkanlığı resmî konutuna ve günümüzde şirin mi şirin bir müzeye dönüşen tarihi yapının önündeyiz. Atatürk Müze Köşkü'nün güler yüzlü müze görevlileri sımsıcak tebessümlerle karşılıyor bizi. Ve o mütevazı kapısından girer girmez tarihin uğultusunu duymamak elde olmuyor.
“Bu ceviz vestiyer takımı Macarlar tarafından hediye edilmiş. Girişe sonradan eklenen rüzgârlık Mimar Vedat Tek'in eseri. Şu gördüğünüz giriş holü eskiden etrafında yemeklerin yenildiği havuzlu bir taşlıkmış. Karşınızdaki Şeker Ahmed Paşa'nın 'Alemdağ Manzarası' adlı tablosu muhtemelen İstanbul'daki bir saraydan getirilmiş...” Derken, hatıralar ve sanatın ustalıkla harmanlandığı Atatürk Müze Köşkü'nün damarlarında ağır ağır ilerlemeye koyuluyoruz. Mustafa Kemal Paşa Ankara'ya ilk geldiği 27 Aralık 1919'da önce Sultan II. Abdülhamid zamanında (1908) yaptırılan Ziraat Mektebi'nin 2 odasında kalmış. Burası yetmemeye başlayınca Ankara İstasyonu'nda bulunan Direksiyon Binası'ndaki odasına taşınmış. Derken Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıp da Başkan seçilince -ki bu bir yerde fiilî devlet başkanlığı demekti- daimi bir konut ihtiyacı kendisini iyiden iyiye hissettirmiş olmalı ki, arayışlar da hemen başlamış.
Bunun üzerine önceleri Kasapyan Köşkü olarak bilinen, mülkiyeti daha sonra nasılsa Bulgurluzadelere geçen köşk, Ankara Belediyesi tarafından sahiplerinden satın alınarak 30 Mayıs 1921'de Mustafa Kemal Paşa'ya hediye edilmiş.
İlk odalarını gezmekte olduğumuz bu mütevazı köşk, bundan 91 yıl önce tarih sahnesine böylece adımını atmış. Ardından Fikriye, Latife ve Afet hanımların first lady'liklerinde geçen 11 hareketli yıl... 1932'den sonra Gazi, yandaki Pembe Köşk'ü yaptırınca eski bağ evinin ışıltılı demleri sona ermiş. Zamanla bir mum gibi eriyip tükenmeye yüz tutmuş. Ta ki Demokrat Parti 1950 Mayıs'ında iktidara gelinceye kadar... İlk sivil Cumhurbaşkanı Celal Bayar'ın köşkü halkın ziyaretine açtığını biliyoruz.
Tarihî köşkte müze özelliğini o günden itibaren adım adım kazanmaya başlamış. 2002'den sonraysa köşkü aslî kimliğine döndürme çalışmalarına girişilmiş. Günümüzde Atatürk Müze Köşkü adıyla ziyaretçilerini randevuyla da olsa karşılamaya hazır.
İlk Çankaya sofrası
Holden sonra ilk girdiğimiz mekân, girişin hemen sağındaki Yeşil Salon oluyor. (Bu salonun meraklı hikâyesini yazımızın sonunda okuyacak ve eminim çok şaşıracaksınız.) Radyo Sigara Odası ve Yemek Salonu'na geçince aniden 1920'li yılların tam ortasına düşmüş gibi oluyorsunuz.
İşte ilk Çankaya sofrası da karşımızda. Şöminenin içi Çinili Köşk'teki gibi çinilerle kaplı. Pencerelerden camilerimizdeki gibi renkli camlar gülümsüyor.
Bir masa ve Mustafa Kemal'in siyah koltuğu baş köşede. Konukların zarif yemek takımlarının yanında not defterleri ve kalemleri hazır tutulmakta. Birazdan yine bir kelam fırtınası kopacak gibi tetikte eşya. (Müze yetkililerine bir not: Masaya koyduğunuz kalem ve defterlerin o devrin eşyasına uydurulması şart. Zira fazlasıyla bugün kokuyor.)
Köşkün ilk first lady'si Fikriye Hanım'ın piyanosu da bu salonda görülebilir. Fikriye Hanım hakikaten denildiği gibi intihar mı etti yoksa öldürüldü mü? Kovulduktan sonra yanına tabancalarını alarak köşkün kapısına dayanmasının esrarı çözülebildi mi? Ve hastane odasında bağırdıkları, “Beni buraya öldürmek için getirdiler” dediği doğru mudur? Muhtemelen Fikriye ile Makbule hanımlar arasındaki o meşhur kavgalı içki sahnesi de bu loş salonda yaşanmış olmalı.
Karşımızdaki masa aynı zamanda 28 Ekim 1923 gecesi Mustafa Kemal ve İsmet Paşaların baş başa verip ertesi gün Cumhuriyet'in ilanına karar verişlerine de tanıklık etmiş. Bu arada inkılapların da bu masanın etrafında planlandığını belirtelim.
Cumhuriyet döneminin neredeyse 10 yıllık kritik bir dönemine damgasını vurmuş olan bu kasvetli salonun duvarlarındaki İstanbul saraylarından devşirilmiş nefis tabloları hayranlıkla seyrederek gezintimize devam ediyoruz.
Abdülhamid'den zarif bir hatıra
Türkiye'de nereye giderseniz gidin, Sultan II. Abdülhamid yakanızı bırakmaz. En alakasız olduğunu düşündüğünüz Çankaya Köşkü'nde bile şaşırtmaya hazırdır sizi.
Dolmabahçe Sarayı'ndan getirildiğini öğrendiğimiz nefis bir ahşap paravan, marangozluğuyla meşhur, gerçek bir ahşap sanatkârı olan Sultan II. Abdülhamid'in el emeğiyle yapılmış. Birleştirilmiş 4 ayrı parçadan müteşekkil paravanın her bir parçasının üzerindeki küçük üçgene tuğrasını itinayla nakşetmiş 34. Osmanlı Padişahı.
Gözlerimizi tuğralardan sola doğru kaydırdığımızda yine muhteşem bir ahşap işçiliğiyle göz göze geliyoruz. Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa'ya hediye ettiği dolap ve çalışma takımı, harikulade sedef kakma işçiliğiyle göz alıyor. Rehberimizden bu nefis eserlerin yer aldığı odanın Elçi Kabul Salonu olduğunu öğrendikten sonra gezimize devam ediyoruz.
Yatak odaları
Derken kağşamış ahşap merdivenlerden ağır ağır çıkıyoruz. Ayaklarımızda bir yığın yaprak yoksa da, tarihin yapraklarına gömülmüş durumdayız.
Sağdaki ilk odayı Gazi Mustafa Kemal'in annesi Zübeyde Hanım İzmir'e gitmeden önce bir süre kullanmış. Burasının daha sonra Çankaya'nın protokolünde adı konulmamış first lady'si olan Afet İnan'ın yatak odası yapıldığını biliyoruz.
Baştan söyleyelim: Pencerelerde nefis bir Ankara manzarası sizi bekliyor. Hani şehir ayağınızın altında uzanıyor derler ya, aynen öyle.
Yatağın Zübeyde Hanım zamanındaki kumaşı esas alınarak yeniden yüzlendiğini öğreniyoruz rehberimizden. İlginç bir başka öge olarak, böcekle beslenen Armadillo adlı hayvanın zırh denilen kabuğundan mamul şaşırtıcı bir abajura göz atmadan çıkamıyoruz odadan.
Merdivenin öbür başında ise Atatürk'ün yatak odası yer alıyor. 1924 yılındaki genişletme çalışmalarıyla köşke eklenen odada bir yatak, bir dinlenme koltuğu, Latife Hanım'a ait olduğu söylenen makyaj masası ve malzemeleri, puf, gardrop vs. bulunuyor. Pembe kapitone kapılı banyo doğrudan doğruya odaya açılıyor. (Banyoda sauna bile bulunduğunu biliyoruz.) Atatürk'e ait bazı özel eşyayı da aynı odada görmeniz mümkün.
Yandaki salonun ortasında bir bilardo masasına rastlıyoruz. Atatürk burada İsmet Paşa'yla ıstaka yarıştırırken siyasî gailelerinden bir süreliğine uzaklaşırmış.
Ruhi (Arel) adlı ressamın 1920'lerin Ankara'sındaki ev hayatını yansıtan, gergef ve kasnak işleyen genç kızları konu alan büyük boy tabloları birbirine bakarak eski saatleri arıyor gibiler.
Nutuk'un yazıldığı kütüphane
Duvarları boydan boya kitap raflarıyla dolu bir oda görünce kim tutabilir beni? Gözüm farkında olmadan radar gibi rafları taramaya başlıyor. Fransızca, Osmanlıca ve Latin harfli kitaplar boy boy, renk renk aynı raflarda, yan yana davet ediyorlar fakiri.
Gazi 1927 yılında Nutuk'u kaleme alırken geceli gündüzlü bu masada çalışmış. Yazım sürecinde kâtiplerinin uykusuzluktan bayıldıklarını, arşivlerden çuvallarla belge taşındığını biliyoruz köşke. Mesela Erzurum Kongresi tutanakları incelenmiş ve 'gereken yerler' Nutuk'a alınmış. O zamanın anlayışına göre sakıncalı bulunan kısımlarsa çıkarılmış. Çıkarılan kısımlardan biri de Mustafa Kemal Paşa'nın Sultan Vahdettin'le arasındaki 'sırlar'dan bahsettiği satırlar. Bunların neden çıkarıldığı ise ayan beyan ortada. “Yeni bir tarih oluştururken geçmiş bugüne göre ayarlanıp kurgulanır” kuralı işlemiş elbette.
Elimi uzatıp sayfalarını karıştıramadığım kütüphane nedense heyecan vermiyor bana. Sonra Latife Hanım'ın çeyizinden bir parçaya takılıyor gözüm; derken bu ejderha ayaklı sehpanın yanından bir başka çalışma odasına geçiveriyoruz.
Burayı önceleri eşi Latife Hanım kullanmış, sonraysa Mustafa Kemal Paşa. Genellikle koyu renkler tercih edilmiş görünüyor; 'modern' bir tasarım hakim odaya. Bir kutup ayısı yerde karşılıyor sizi. Korkmayın canım, bu bir post sadece! Bembeyaz tüyleri ve yabanî görünüşüyle mükemmel bir kontrast oluşturuyor çevresindeki eşyaya Atatürk'ün evlatlık olarak aldığı kızların yatak odaları da buradaymış.
Son olarak bir zamanlar Mutfak ve Çamaşırhane olarak kullanılan ama bugün Sergi Salonu olarak hizmet veren basıkça bir mekâna geçiyoruz. Köşkün kendisi zaten bir müze; burasıysa müze içinde müze oluyor. Bir camekân içinde Mustafa Kemal Paşa'nın 1927 ve 1931 tarihli seçim mazbatalarının kapakları arasındaki derin sanatsal farka hayret etmemek elden gelmiyor. İlki tam bir Osmanlı devri sanat tablosunu andırıyor, ikincisiyse aşırı derecede sade ve iddiasız. Demek ki, 1927 yılında hâlâ Osmanlı ruhu devam ediyormuş dedirtiyor insana.
Fincan ve çay takımları, özel eşyalar, hatıralar ve fotoğrafların arasından geçerek indiğimiz merdiven bizi ister istemez dışarıya buyur ediyor. Akşam güneşi gözbebeklerimizi okşayınca yalnız mekânın değil, zamanın da dışına çıkmış gibi hissediyoruz kendimizi. 1920'lerin, 1930'ların Ankara'sından çıkıp bugüne girmekte zorlanıyoruz adamakıllı.
Allah'tan değerli rehberlerimiz ve görevliler var yanımızda. Kendileriyle köşkün kapısı önünde hatıra fotoğrafı çektirerek ayrılırken, tarihin ne denli şaşırtıcılıklarla dolu olduğunu bir kere daha görüyor ve müze yapılan köşk ile sergilenen objelerin bu başarılı buluşmasını sağlayanlara teşekkür ediyoruz.
Hitler'in Atatürk'e gönderdiği imzalı fotoğrafı
Artık köşkün içindeyiz. Rehberimiz Seda Hanım'la sağdaki 'Yeşil Salon'dan itibaren başlıyoruz gezmeye. Burası konuk kabul salonu. Duvarlarda Mustafa Kemal Paşa'nın ikisi yalnız, biri de İsmet Paşa ile beraber savaş sırasında çekilmiş büyük boy fotoğrafları yer alıyor. Her 3 fotoğrafta da paşaların askerî kıyafetleriyle görüldüklerini belirtelim.
Yeşil rengin hakim olduğu odanın (ve aslında bütün odaların) tavanlarının nefaseti dikkati çekmeyecek gibi değil. Bu arada gümüşlüğe benzer bir büfe ve içindeki çerçeveli fotoğraflar göz kırpıyor bize. 3 adet siyah-beyaz çerçeveli fotoğraf görülüyor büfede. Bunlar bizzat sahipleri tarafından Atatürk'e gönderilmiş. Bazılarının üzerinde el yazılarıyla ithafların bulunduğu fark ediliyor. Alttakinin ilk ve son Mısır Kralı Faruk olduğunu anlıyoruz. Üstte sağda Alman Mareşal ve Cumhurbaşkanı Von Hindenburg'un fotoğrafı takılıyor gözümüze.
Hindenburg 1934'te ölünce Şansölyeliğe Hitler geçmişti. İşte soldaki fotoğraf da Hitler'e ait ve üzerinde el yazısıyla -muhtemelen- Atatürk'e ithaf cümleleri mevcut. 'Muhtemelen' diyorum, zira yaklaşıp okumamıza veya yakından fotoğrafını almamıza yetkililer nedense pek sıcak bakmadılar. Doğrusu bu tedirgin tavrı anlamakta zorlandığımı söylemeliyim. Atatürk'ün Hitler'le devlet başkanı olarak defalarca mektuplaştığı, kendi resmini imzalayıp Berlin'e elden gönderdiği artık bir sır değil. Yayınladığımız karelerde Hitler'in neler yazdığını okuyamasanız da, hiç değilse fotoğrafını görmeniz mümkün olacak. 'Yanlış anlaşılmaya' müsait bir konu olduğu gerekçesiyle böyle davrandıklarını açıklıyor yetkililer. Biz ise okuru bilgilendirme sorumluluğunu yerine getiriyoruz sadece.