Çanakkale'de Kemalist mitolojinin örttüğü bir yenilgi

HABER MASASI
Abone Ol

Dünyada Mustafa Kemal’den başka kendi sözlerini sonradan sansürlemiş bir devlet başkanı var mıdır?

Her devlet adamının uzun meslekî ve siyasî hayatında pişman olduğu, keşke söylemeseydim diyeceği sözler olabilir ama iktidarı ele geçirdiğinde kendi sözlerini sansürlemeye ve değiştirmeye kalkmanın mantığını anlamak zor.

Düşünün, Misak-ı Millî bile sansürlenmiştir. 1. Maddesinde yer alan ‘hatt-ı Mütareke dahil ve haricinde’ ibaresinden ‘haricinde’ (dışında) kelimesi ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesine aykırı düşebileceği endişesiyle Misak-ı Millî metninden çıkarılmış, yok sayılmıştır.

Öte yandan Erzurum Kongresi tutanaklarının orijinallerine ancak 74 yıl sonra, o da parasını rahmetli Fahrettin Kırzıoğlu’nun kendi cebinden ödediği Bütünüyle Erzurum Kongresi adlı kitabıyla ulaşabildik; gördük ki, Mustafa Kemal Paşa’nın açılış ve kapanış konuşmalarından Nutuk’a ve diğer resmi tarih metinlerine alınan kısımlar eksik, sansürlü veya muharreftir. Açılışta ‘Zat-ı akdes-i hazret-i padişahî’den, yani Sultan Vahidüddin’den bahsedilen kısım, tutanağın el yazılı orijinalinden çizilerek çıkarılmıştır ve çıkarılmış halidir piyasada dönüp dolaşan metin.

Kemalist mitolojinin en önemli ayaklarından biri, ‘askerî dehasını ilk gösterdiği sahne’ olduğu söylenen Çanakkale muharebeleri ile Mustafa Kemal isminin hafızalarda özdeşleştirilmesidir. Ders kitaplarımız bunun canlı misalleriyle dolu.

Mesela Kemal Kara’nın yazdığı Lise Tarih 2 (İst., 2006, s. 155-6) adlı kitapta 18 Mart sonrası gelişmeler şöyle anlatılır: “Türk kuvvetleri karadan atılmadıkça Boğazların geçilemeyeceğini anlayan İngilizler (…) karşılarında Mustafa Kemal’i buldular. (…) Bu bölgede 19. Tümen komutanı olarak bulunan Mustafa Kemal emrindeki askerlerle savaş tarihine örnek zaferler ekledi. Çanakkale Savaşları, üstün düşman kuvvetleri karşısında Mustafa Kemal’in dünya çapında büyük bir komutan olduğunu ve Türk askerinin yenilmeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir.”

Tabii Arıburnu ve Anafartalar cephelerindeki başarıları öyle bir abartılıyor ki, mesela hiç alakasının bulunmadığı 18 Mart deniz savaşında bile Yarbay Mustafa Kemal’in ‘tek kahraman’ olarak ortaya çıkarıldığını görüyoruz. Böylece Seyit Onbaşı veya Yahya Çavuş gibi ‘tehlikesiz’ isimler hariç yüksek rütbeli kahramanların adı hemen tamamen silinmiştir Çanakkale’den.

Diyaliz enstitüleri

Mustafa Kemal, kendi tarihini kendisi yazmak gibi bir ilginçliğe da imza atmış. Tarihin tarihçilere bırakılamayacak kadar önemli olduğunu fark etmiş olmalı. Nutuk’ta ve başka metinlerde ama en önemlisi ders kitaplarında kendisini merkeze oturtan bir tarih yazımına gururla imzasını atıyor. İşin garibi, büyük ölçüde onun eseri olan 1930 model tarih, belge yağmuru karşısında eleğe döndüğü halde hala zorunlu ders olarak okutulmakta, İnkılap Tarihi Enstitüleri de Kemalizme bir tür diyaliz makinesi gibi hizmet vermekte.

Ruşen Eşref ve Mustafa Kemal Paşa

Mustafa Kemal Paşa 1918 Mart’ında Ruşen Eşref’e (Ünaydın) ilk kez Yeni Mecmua’nın “Çanakkale nüsha-i fevkaladesi”nde neşredilmiş olan bir mülakat verir. “Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal ile mülakat”ın Cumhuriyet devrinde ilk baskısı 1930’da çıkar ve sonraki baskılarda bu nüsha esas alınır. Oysa bu devirde yeniden üretilen birçok metnin başına gelen bu mülakatın da başına gelmiş ve ‘laik Cumhuriyet’in ilke ve isteklerine uygun hale getirilmiştir. İnkılap Tarihçilerinin kulaklarına küpe olsun diye iki örneği zikretmekle yetineceğim burada.

Mülakat üç safhaya bölünmüş olup 1918 tarihli Yeni Mecmua neşrinde ikinci safhanın son sayfasında şöyle bir paragraf yer almaktaydı:

“İngilizler Arıburnu ihracında bu cephelerdeki muharebelerde kumandanlarının, askerlerinin gösterdikleri cesareti, metaneti, cengâverâne meziyetleri fevkalade bir lisan-ı takdirle yâd ve ilan etmektedirler. Fakat düşünün ki, bütün muharebe vesâitiyle mükemmel surette mücehhez olarak büyük bir inad ve azimle Arıburnu sahillerine ayak basan düşmanımız, yine o sahil kenarlarında kalmaya mecbur olmuştur. Binaenaleyh zabitlerimiz, askerlerimiz hissiyat-ı vatanperverane ve dindaraneleriyle, şecaat-i mahsusa-i milliyeleri bu derece kuvvetli bir düşmana karşı Darü’l- Hilafe ve Saltanat kapılarını muhafaza etmekle cidden şayan-ı iftihar bir mevki kazanmışlardır.” (Yeni Mecmua, III, 1918, s. 139-40.)

Altını çizdiğimiz kelimelerin, bu metnin 1930 baskısında nasıl tıraşlandığını aşağıda göreceksiniz:

“İngilizler, Arıburnu ihracında, bu cephedeki muharebelerde kumandanlarının, askerlerinin gösterdikleri cesareti, metaneti, cengâverane meziyetleri fevkalade bir lisanı takdirle yâd ve ilan etmektedirler. Fakat düşünün ki, bütün muharebe vesaitiyle mükemmel surette mücehhez olarak büyük bir inat ve azimle Arıburnu sahillerine ayak basan düşmanımız yine o sahil kenarlarında kalmaya mecbur olmuştur. Binaenaleyh zabitlerimiz, askerlerimiz hissiyatı vatanperverane ve diniyeleriyle, şecaati mahsusai milliyeleriyle bu derece kuvvetli bir düşmana karşı payitaht kapılarını muhafaza etmekle cidden şayanı iftihar bir mevki kazanmışlardır.”

1918’de, Osmanlı Devleti ve Hilafet ayaktayken Çanakkale’deki subay ve erlerimizin vatanseverlik ve dindarlık duygularıyla Hilafet ve Saltanatın Merkezi olan İstanbul’u koruduklarını söyleyeceksiniz ama aradan 12 yıl geçip de Osmanlı Devleti tarihe karıştıktan ve Cumhuriyet kurulduktan sonra, laiklik dayatmalarının bütün hızıyla devam ettiği günlerde aynı konuşmayı yeniden yayınlarmış gibi yapacak ve Hilafet ve Saltanat Merkezi (Darü’l-Hilafe ve Saltanat) kelimelerini sessiz sedasız tıraşlayacak ve yerine başkent anlamındaki payitaht kelimesini yazacaksınız, buna yüzünüz kızarmadan Tarih diyeceksiniz. El-İnsaf!

Ancak dahası var. 1930 yılında Gazi ve kalem arkadaşları tarihi harıl harıl yeniden yazarken geçmişte yazdıklarını da işlemden geçirmeyi ihmal etmezler. Mesela mülakatın 1918 baskısında, “Binaenaleyh zabitlerimiz, askerlerimiz hissiyat-ı vatanperverane ve dindaraneleriyle, şecaat-i mahsusa-i milliyeleri bu derece kuvvetli bir düşmana karşı…”şeklinde geçen ve düşman İngilizlerin “kendilerine mahsus millî kahramanlığı”ndan dem vuran Mustafa Kemal’in sözü, 1930 yılında bay “altın makas”ın elinde burada sanki Türk askerinin kahramanlığından bahsediliyormuş hissini verecek şekilde ve “milliyeleri” kelimesinin arkasına “ile” edatı eklenerek bağlamından saptırılmış ve şu hale sokulmuştur.

“Binaenaleyh zabitlerimiz, askerlerimiz hissiyatı vatanperverane ve diniyeleriyle, şecaati mahsusai milliyeleriyle bu derece kuvvetli bir düşmana karşı…”

Eh tabii bu metni de anlamayan veya anlaşılmaması için elinden geleni ardına koymayan Kemalist ulema, bu defa kelimelerle oynama selahiyetini de kendisinde vehmederek aynı metni şu kılığa sokmakta beis görmeyecektir:

“Dolayısıyla subaylarımız, askerlerimiz vatanseverlik ve dindarlık hisleriyle, milli özelliklerinden gelen yiğitlikleriyle bu derece kuvvetli bir düşmana karşı…” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, 2, Kaynak: 2003, s. 158.)

Anlam bulanıklaştı, bağlam kayboldu ve ilk metindeki İngilizlere yönelik takdir de tarihten silinmiş oldu, öyle mi? Siz öyle zannedin! Gerçeklerin bir gün ortaya çıkmak gibi kötü bir huyları vardır!

19 Mayıs faciası

Mustafa Kemal’in hayatında iki 19 Mayıs var. Biri Samsun’a çıkış tarihi, öbürü ise üzeri örtülen bir tarih. Mustafa Kemal de nitekim Ruşen Eşref’le yaptığı konuşmada 19 Mayıs günü 19. Tümen Komutanı olarak görev yaptığı taarruzdaki rolünden sadece ‘biraz malumat’ vermek istemiştir. Neden ‘biraz’ acaba? Arıburnu ve Anafartalar’dan bertafsil ve coşkuyla bahsederken kendisinin de başında bulunanlardan olduğu 19 Mayıs taarruzumuz hakkında neden istemeye istemeye konuşmuş olabilir ki?

Yine 1918’de Ruşen Eşref’e konuşurken 19 Mayıs 1915 taarruzunda kendi cephesinde mühim hadiseler olmamış gibi gösterir. “Bu civardaki tahkimat evvela ufak mikyasta kanlı muharebeleri intaç etti. Sonra da “Anafartalar” harekât-ı umumiyesinin mebdeini (kaynağını) teşkil etti” deyip geçiyor. 19. Tümen Komutanına göre bütün hadise bundan ibarettir.

Ancak 19 Mayıs’ın bir de yazılmayan tarihi var ki, şimdilik değinmekle yetineceğiz. Bakalım 19 Mayıs taarruzunun Mustafa Kemal’le alakası kendi anlattığı gibi ‘biraz’ mıymış?

Genelkurmay’ın Çanakkale Tarihi (cilt V, 3. kitap) ile İngiliz Deniz Harekatları Tarihi’ne (c. III, s. 25 ve başka kaynaklara) göre 19 Mayıs sabahı saat 03,30’da Yarbay Mustafa Kemal’in başında bulunduğu 19. Tümen Arıburnu cephesinde taarruza geçmiş, 05,30’da taarruzdan bir sonuç alınamamış, 07,00’da 19. Tümenin sağ kanadına düşman karşı taarruz düzenlemiştir. Saat 10’da ise Kuzey Grubu Komutanlığı taarruzu durdurmuştur. (Aktaranlar: Hülya Toker-Mustafa Toker, Çanakkale Muharebeleri Kronolojisi, Alfa: 2015, s. 219.)

Kemalist General Celil Erikan tarafından yazılmış bulunan Komutan Atatürk metninden, Ruşen Eşref’e dediğinin aksine Mustafa Kemal’in 19. Tümeninde taarruz sırasında 89 subay ve 10.877 er bulunduğunu, 27 ve 64. Alayların da emrine verildiğini öğreniyoruz. Sonuç ne olmuş? Bırakalım koyu Kemalist Erikan üstü kapalı anlatsın:

“Yapılan saldırıda 19’uncu Tümen bölgesinde, düşmanın ilk siperlerine girilmesine karşın çok ilerlenemedi. 19’uncu Tümende 13 subay ve 1,181 er yitimine mal olan saldırıyı, kolordu saat 09.00 sıralarında durdurdu.”

Bir dakika! Yani Ruşen Eşref’e ‘biraz anlattığı’ bu hücumda asker mevcudunun onda birini mi kaybetmiş Mustafa Kemal? Hücumda ilerleyememiş. Ve bu bir başarısızlık sayılmıyor, öyle mi?

Bir de kuyruklu yalan takmışlar peşine ki evlere şenlik. Erikan’a göre kayıplar düşman tarafında da “öyle çoktu ki” ölüleri gömmek için İngilizlerin isteğiyle 22 Mayıs’ta ateşkes yapılmıştır! İki taraf da ağır kayıplar vermiş oluyor. Biz de inanıyoruz.

Mesela General Fahrettin Altay’ın anılarından 19 Mayıs taarruzundan sonra savaş meydanında kalan “Cesetlerin hemen hepsi bizim”dir. (On Yıl Savaş ve Sonrası, 1970, s. 102 ve 104.)

Efsanenin sonu

Bir başka General, Fahri Belen, muharebede toplam 2 bin şehit, 6 bin de yaralı verildiğini, dahası, ölen ve yaralananların çoğunun Türk olduğunu yazmakta (XX. Yüzyılda Osmanlı Devleti, Remzi: 1973, s. 252). Rakamı doğru kabul edelim, toplam 2 bin şehidin yarısından fazlasını (1,193 kişiyi) Mustafa Kemal’in başında bulunduğu 19. Tümen vermiştir.

Avustralyalı tarihçi Robin Prior Gelibolu: Mitin Sonu adlı kitabında şöyle der: “Mustafa Kemal’in –en iyi saatleri olmayan- 19 Mayıs’taki feci karşı saldırının başında olduğunu (ama bu saldırının kendisinden kaynaklanmadığını) da anımsamamız gerekir.

Prior’a göre bütün Çanakkale Savaşı’nda Türklerin yaşadığı en büyük felaket oldu 19 Mayıs taarruzu. 30 veya 42 bin Türk askerinden 10 bini kaybedilmişti. Ölü sayısı 3,500’dü. Peki Anzakların kaybı denildiği kadar ‘ağır’ mıydı? Prior’a göre Anzakların kaybı sadece 160 ölü, 486 yaralıdır! 3 bin şehide karşılık 160 ölü ve düşman ‘ağır’ kayıp vermiş, öyle mi?

Esad Paşa

Kuşa çevrilerek basılabilen Kuzey Grubu Komutanı Esad Paşa’nın hatıratı yine de bir şeyler söylüyor gibi. Sanki Mustafa Kemal’in Ruşen Eşref’e 19 Mayıs hücumu hakkında neden konuşmak istemediğinin satır arasını okur gibi oluyoruz onun cümlelerinde. Şöyle yazıyor Esad Paşa:

“19 ncu Tümen kendisinden beklenilen kahramanlığı bu kez gösteremedi. Bir adım bile ilerleyemedi. Her taraftan sıkıştırılmış olan düşmanın sol kanadına şiddetli ve ciddi bir saldırı yapması gerekirdi. Yalnız 16 ncı Tümen düşmanın bazı siperlerini ele geçirebildi.” (Esat Paşa’nın Çanakkale Anıları, İst., 1975, s. 100.)

Peki cephede Mustafa Kemal’in yanında bulunan ve İstiklal Savaşı komutanlarından olan Fahreddin Altay’ın hatıraları ne diyor bu hususta. Şunları:

“Safha safha devam eden bu saldırı sırasında Mustafa Kemal sol yanındaki 13. Alayın bu saldırıya katılması için emir vermiş, fakat saldırı sırasında alayın YARIDAN FAZLASININ (sic.) eriyip gittiğini gözlerimle görmüştüm.” (s. 97)

Görüntü netliğe kavuşuyor gibi. Resmi tarihte kahramanlığı ebedileştirilmek istenen Mustafa Kemal’e başarısızlık zinhar yakıştırılmıyor. Böylece Çanakkale düğümünün üstü de bir türlü açılamıyor ve yine ‘Açamıyorsan örteceksin’ kuralı işliyor.

Lakin burada sadece birkaç karesini gösterdiğimiz acı gerçeklerden kaçış yok. Yüzleşeceksiniz, yüzleşeceğiz. İnatçı da olsalar efsanelerin de bir ömrü vardır.