Bosna’dan Bağdat’a bir Türkçe elçisi: Sûdî
PROF. DR. HİCABİ KIRLANGIÇ
Boşnak asıllı Osmanlı âlimi Sûdî Efendi’nin 3 büyük Farsça eser olan Hâfız Dîvânı, Bostan ve Gülistan üzerine yaptığı şerh çalışmaları, hem bu dönemin edebî yaklaşımlarını yansıtması, hem de bu 3 büyük edebî eserin anlaşılması bakımından vazgeçilmez konumdadır. Prof. Dr. Hicabi Kırlangıç Sûdî Efendi'nin, Türkiye'de yeterince gündeme getirilmediğini ve kadrinin bilinmediğini nazara vererek Derin Tarih okurları için konuyu kaleme aldı.
Osmanlı coğrafyası, İslam irfan birikiminin samimiyetle sahiplenip yaşatıldığı ana gövdeyi oluşturur. Osmanlı bu bikiminin üçüncü dili olarak Türkçe'nin ilmi ve edebi bir kimlik kazanmasında en büyük paya sahiptir.Türkçe'nin coğrafyası, Osmanlı döneminde en geniş sınırlarına ulaşmış ve Osmanlı dışında kalan Türkler için de yazı dili haline gelmiştir. Öyle ki, ana dili Türkçe olmayan yazar ve şairler de Türkçe eser vermeye yönelmişler, bu dilin gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. İran'dan Osmanlı topraklarına göç eden kültür adamlarının yanısıra Osmanlı'ya katılan Avrupa topraklarında yetişen ilim irfan adamları da Türkçenin İslam medeniyetinin büyük dillerinden biri haline gelmesinde pay sahibi olmuşlardır. İşte Bosnalı Sûdî Efendi bu değerli şahsiyetlerden biri. Bosna'da başlayan tahsil yolculuğu Diyarbekir, Şam, Bağdat ve Mısır'a kadar uzanır.
Adı Ahmed olup Sûdî ismiyle meşhur olan bu âlim, Bosna Hersek'te Çayniça'ya bağlı Sudiçi köyünde dünyaya gelmiştir. (Sûdî adı da buradan gelir.) Doğduğu yörenin merkezi konumundaki Foça'da ilk öğrenimini gördükten sonra Saraybosna ve İstanbul'da tahsiline devam eder. İstanbul'dan Şam'a geçerek ilim öğrenmeyi sürdürdüğü anlaşılmaktadır.
Dımaşk'ta (Şam) Fars ve Arap edebiyatları alanlarında ele geçirdiği fırsatları iyi değerlendirdiği ve dönemin bazı tanınmış edipleriyle tanışma ve feyz alma imkânı bulduğu anlaşılmaktadır. Mesela Dımaşk'ta Farsça divan sahibi şair Halîmî Şirvânî'den Gülistan okur. Eserlerindeki ifadelerinden Bağdat, Kûfe, Necef ve Mısır'da da bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu bölgede bulunduğu sırada hac görevini ifa ettiği tahmin edilebilir. Diyarbekir'de Mesudiye Medresesi'nde öğretmen olarak bulunduğu dönemde zamanın tanınmış âlim ve ediplerinden Muslihuddin Lârî'nin derslerini takip eder.
İran'ı hiç görmedi, şiirini içti
Kaynaklarda ve kendi eserlerinde Sûdî'nin İran topraklarına geçtiğine dair herhangi bir işaret bulunmamaktadır; fakat en azından onun, eserlerini şerh ettiği Sa'dî ve Hâfız'ın şehri Şiraz'ı görmediğini söyleyebiliriz.
Hâfız Dîvânı şerhinde hiç evlenmediğinden söz eden Sûdî Efendi, tahsilinin ve çeşitli seyahatlerinin ardından bilinmeyen bir tarihte İstanbul'a döner. Burada her vesileyle ilim tahsilini sürdürürken, II. Selim döneminde bir süre içoğlanların eğitimiyle görevlendirilir; bir süre sonra da bilinmeyen bir sebeple emekli edilir.
Ölüm tarihi konusunda kaynaklar ihtilaf etmektedir. Kâtib Çelebi Fezleke'de 1000/1592–3 tarihini vermiştir. Bursalı Mehmed Tâhir ise 1005/1597 yılını zikreder. Son eseri olan Şerh-i Gülistân'ı 1006/1598'de tamamladığı bilindiğinden, Sûdî Efendi bundan sonraki bir tarihte vefat etmiş olmalıdır.
Edisyon-kritik çalışmalarının öncüsü
Osmanlı dönemi, başından sonuna dek edebî eserler bakımında son derece verimli ve zengin bir hazine değerindedir adeta. Bu eserlere dair çok sayıda araştırma, inceleme ve tahlil yapılmışsa da el değmemiş halde duranlar arasında, Osmanlı coğrafyasında Arapça ve Farsça olarak üretilmiş eserler ile Arapça ve Farsça eserler hakkında yazılmış Türkçe şerhler dikkat çeker. Gerçi son zamanlarda bu tür eserler hakkında bilimsel makale, kitap ve tezlerin hazırlandığını söyleyebilirsek de, bunun yaygınlaştırılması, uzun bir zaman dilimini içine alan ve kültür tarihimiz açısından son derece önem taşıyan bu dönemin aydınlığa çıkarılması açısından zorunludur.
Sûdî Efendi'nin eserlerinin incelenip tanıtılması bu konunun tam da merkezinde yer alır. Çünkü onun 3 büyük Farsça eser üzerine yaptığı çalışmalar, hem bu dönemin edebî yaklaşımlarını yansıtması ve edebiyat çalışmalarının niteliğinin ne denli yüksek olduğunu göstermesi bakımından önemlidir, hem de bu 3 büyük edebî eserin anlaşılmasında vazgeçilmez kaynaklardır.
Sûdî Efendi'nin, çalışmalarıyla Türkçede tahkikli ve tenkitli neşir, yani edisyon-kritik çalışmalarının en eski örneklerini verdiğini söylemek abartılı bir değerlendirme olmaz. Şu anlamda ki Sûdî Efendi, şerhe esas aldığı metni, ilgili eserin çeşitli nüshalarını karşılaştırıp eleştiriden geçirerek tespit etmiştir. Onun şerhlerinde oluşturduğu metinler, ilgili eserlerin günümüzde yapılan neşirlerinde mutlaka dikkate alınır. Üstelik yeni yapılan neşirlerle Sûdî Efendi'nin metinleri karşılaştırıldığında, arada ciddi farklılıkların olmadığının görülmesi de onun ne denli sağlam metinler kurduğunu göstermektedir.
Bir başka konu da, Farsça eserlere yazdığı şerhlerin, bu eserlerin anlaşılmasında sadece Türkçe düşünen bizler için değil, ana dili Farsça olanlar dahil bütün araştırmacılar için de vazgeçilmez oluşudur. 3 büyük şerhinin Farsçaya çevrilmiş olması bunun ilk göstergesidir. Bir diğer gösterge de şudur: Hâfız ve Sa'dî'nin eserleriyle ilgili Farsça çalışmalarda bu 2 şairin eserleri üzerine Türkçe olarak yazılmış diğer şerhlerden ziyade Sûdî Efendi'nin şerhlerinin ne dediği hep dikkate alınmıştır.
Batıda da durum böyledir. Sa'dî'nin eserleriyle ilgili olarak son zamanlarda yaptığım çalışmalarda bunu daha yakından görme imkânı buldum. Meselâ bazı içinden çıkılması zor beyitlerin anlaşılmasında Sûdî Efendi'nin tercih ettiği anlamın çoğu kez tercih edilmiş, tercih edilmediği durumlarda da “Sûdî'nin yaklaşımı da uygun olabilir” tarzında ifadelerle hakkı teslim edilmiştir.
Farsçanın da üstadı
Sûdî Efendi'nin bu başarısı tesadüfî değildir. O, şerhlerini uzun bir tahsil yolculuğunun birikimi olarak kaleme almıştır. Kelimelere anlam verirken kılı kırk yararcasına hareket ettiği, görüşme imkânı bulduğu İranlı ediplerin fikrine başvurduğu, şerhlerindeki ifadelerinden anlaşılır. Bu ifadeler, aynı zamanda kaynak göstermeye önem verdiğini, görüşlerine dayanak getirmeyi gerekli gördüğünü de ortaya koyar.
Sûdî Efendi'nin eserlerini gözden geçirdiğimizde onun eleştirmen tarafını da keşfederiz. Özellikle Hâfız Dîvânı şerhinde bu nokta belirgindir. Şerh ettiği bazı şiirler hakkında kanaatini açıkça belirtir, beğenmediği şiirleri açıklıkla eleştirir ve başka şairlerle karşılaştırır.
Gündeme getirilmeli
Şârih olarak Sûdî Efendi'nin bazı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Tevilci değil, gerçekçidir. Araştırıcı ve kıyaslayıcıdır. Aynı eser için yazılmış başka şerhleri göz önünde bulundurur ve onların yanlış bulduğu değerlendirmeleri isim vermeden kıyasıya eleştirir. Farsça gramerde, özellikle fiillerde iddialıdır, bazen genel kabulün hilafına iddialarını kesin bir dille ortaya koyar. Onun dilci olarak Farsçaya yaklaşımı da aslında müstakil bir çalışmaya konu edilmelidir.
Sûdî Efendi'nin, Türkiye'de yeterince gündeme getirilmediğini ve kadrinin bilinmediğini belirtmek de bir borçtur. Bu kanaate nereden varılıyor denilecek olursa eserlerinin araştırmacılar tarafından bile kolay ulaşılabilir durumda olmamasından, diye cevap versek yeridir. Onun bu değerli şerhlerinin yeni basımlarının yapılmamış olması da başka bir şey söylemeye gerek bırakmıyor aslında.
Denilebilir ki, sadece Sûdî mi? 'Mevlâna Yılı' diye çırpınanlar, göz boyayacak işler yapmaktan Ankaravî'nin yıllarca önce Farsçaya çevrilmiş muteber Mesnevi şerhini yayımlamanın yollarını arayıp bu konuyu gündeme getiren araştırmacılarımıza kulak kabartmışlar mıydı acaba?
Adı Ahmed olup Sûdî ismiyle meşhur olan bu âlim, Bosna Hersek'te Çayniça'ya bağlı Sudiçi köyünde dünyaya gelmiştir. (Sûdî adı da buradan gelir.) Doğduğu yörenin merkezi konumundaki Foça'da ilk öğrenimini gördükten sonra Saraybosna ve İstanbul'da tahsiline devam eder. İstanbul'dan Şam'a geçerek ilim öğrenmeyi sürdürdüğü anlaşılmaktadır.
Dımaşk'ta (Şam) Fars ve Arap edebiyatları alanlarında ele geçirdiği fırsatları iyi değerlendirdiği ve dönemin bazı tanınmış edipleriyle tanışma ve feyz alma imkânı bulduğu anlaşılmaktadır. Mesela Dımaşk'ta Farsça divan sahibi şair Halîmî Şirvânî'den Gülistan okur. Eserlerindeki ifadelerinden Bağdat, Kûfe, Necef ve Mısır'da da bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu bölgede bulunduğu sırada hac görevini ifa ettiği tahmin edilebilir. Diyarbekir'de Mesudiye Medresesi'nde öğretmen olarak bulunduğu dönemde zamanın tanınmış âlim ve ediplerinden Muslihuddin Lârî'nin derslerini takip eder.
İran'ı hiç görmedi, şiirini içti
Kaynaklarda ve kendi eserlerinde Sûdî'nin İran topraklarına geçtiğine dair herhangi bir işaret bulunmamaktadır; fakat en azından onun, eserlerini şerh ettiği Sa'dî ve Hâfız'ın şehri Şiraz'ı görmediğini söyleyebiliriz.
Hâfız Dîvânı şerhinde hiç evlenmediğinden söz eden Sûdî Efendi, tahsilinin ve çeşitli seyahatlerinin ardından bilinmeyen bir tarihte İstanbul'a döner. Burada her vesileyle ilim tahsilini sürdürürken, II. Selim döneminde bir süre içoğlanların eğitimiyle görevlendirilir; bir süre sonra da bilinmeyen bir sebeple emekli edilir.
Ölüm tarihi konusunda kaynaklar ihtilaf etmektedir. Kâtib Çelebi Fezleke'de 1000/1592–3 tarihini vermiştir. Bursalı Mehmed Tâhir ise 1005/1597 yılını zikreder. Son eseri olan Şerh-i Gülistân'ı 1006/1598'de tamamladığı bilindiğinden, Sûdî Efendi bundan sonraki bir tarihte vefat etmiş olmalıdır.
İstanbul'un Aksaray semtinde Yusuf Paşa Camii haziresindeki kabrinden bugün bir iz dahi yoktur.
Edisyon-kritik çalışmalarının öncüsü
Osmanlı dönemi, başından sonuna dek edebî eserler bakımında son derece verimli ve zengin bir hazine değerindedir adeta. Bu eserlere dair çok sayıda araştırma, inceleme ve tahlil yapılmışsa da el değmemiş halde duranlar arasında, Osmanlı coğrafyasında Arapça ve Farsça olarak üretilmiş eserler ile Arapça ve Farsça eserler hakkında yazılmış Türkçe şerhler dikkat çeker. Gerçi son zamanlarda bu tür eserler hakkında bilimsel makale, kitap ve tezlerin hazırlandığını söyleyebilirsek de, bunun yaygınlaştırılması, uzun bir zaman dilimini içine alan ve kültür tarihimiz açısından son derece önem taşıyan bu dönemin aydınlığa çıkarılması açısından zorunludur.
Sûdî Efendi'nin eserlerinin incelenip tanıtılması bu konunun tam da merkezinde yer alır. Çünkü onun 3 büyük Farsça eser üzerine yaptığı çalışmalar, hem bu dönemin edebî yaklaşımlarını yansıtması ve edebiyat çalışmalarının niteliğinin ne denli yüksek olduğunu göstermesi bakımından önemlidir, hem de bu 3 büyük edebî eserin anlaşılmasında vazgeçilmez kaynaklardır.
Sûdî Efendi'nin, çalışmalarıyla Türkçede tahkikli ve tenkitli neşir, yani edisyon-kritik çalışmalarının en eski örneklerini verdiğini söylemek abartılı bir değerlendirme olmaz. Şu anlamda ki Sûdî Efendi, şerhe esas aldığı metni, ilgili eserin çeşitli nüshalarını karşılaştırıp eleştiriden geçirerek tespit etmiştir. Onun şerhlerinde oluşturduğu metinler, ilgili eserlerin günümüzde yapılan neşirlerinde mutlaka dikkate alınır. Üstelik yeni yapılan neşirlerle Sûdî Efendi'nin metinleri karşılaştırıldığında, arada ciddi farklılıkların olmadığının görülmesi de onun ne denli sağlam metinler kurduğunu göstermektedir.
Bir başka konu da, Farsça eserlere yazdığı şerhlerin, bu eserlerin anlaşılmasında sadece Türkçe düşünen bizler için değil, ana dili Farsça olanlar dahil bütün araştırmacılar için de vazgeçilmez oluşudur. 3 büyük şerhinin Farsçaya çevrilmiş olması bunun ilk göstergesidir. Bir diğer gösterge de şudur: Hâfız ve Sa'dî'nin eserleriyle ilgili Farsça çalışmalarda bu 2 şairin eserleri üzerine Türkçe olarak yazılmış diğer şerhlerden ziyade Sûdî Efendi'nin şerhlerinin ne dediği hep dikkate alınmıştır.
Batıda da durum böyledir. Sa'dî'nin eserleriyle ilgili olarak son zamanlarda yaptığım çalışmalarda bunu daha yakından görme imkânı buldum. Meselâ bazı içinden çıkılması zor beyitlerin anlaşılmasında Sûdî Efendi'nin tercih ettiği anlamın çoğu kez tercih edilmiş, tercih edilmediği durumlarda da “Sûdî'nin yaklaşımı da uygun olabilir” tarzında ifadelerle hakkı teslim edilmiştir.
Farsçanın da üstadı
Sûdî Efendi'nin bu başarısı tesadüfî değildir. O, şerhlerini uzun bir tahsil yolculuğunun birikimi olarak kaleme almıştır. Kelimelere anlam verirken kılı kırk yararcasına hareket ettiği, görüşme imkânı bulduğu İranlı ediplerin fikrine başvurduğu, şerhlerindeki ifadelerinden anlaşılır. Bu ifadeler, aynı zamanda kaynak göstermeye önem verdiğini, görüşlerine dayanak getirmeyi gerekli gördüğünü de ortaya koyar.
Sûdî Efendi'nin eserlerini gözden geçirdiğimizde onun eleştirmen tarafını da keşfederiz. Özellikle Hâfız Dîvânı şerhinde bu nokta belirgindir. Şerh ettiği bazı şiirler hakkında kanaatini açıkça belirtir, beğenmediği şiirleri açıklıkla eleştirir ve başka şairlerle karşılaştırır.
Gündeme getirilmeli
Şârih olarak Sûdî Efendi'nin bazı özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Tevilci değil, gerçekçidir. Araştırıcı ve kıyaslayıcıdır. Aynı eser için yazılmış başka şerhleri göz önünde bulundurur ve onların yanlış bulduğu değerlendirmeleri isim vermeden kıyasıya eleştirir. Farsça gramerde, özellikle fiillerde iddialıdır, bazen genel kabulün hilafına iddialarını kesin bir dille ortaya koyar. Onun dilci olarak Farsçaya yaklaşımı da aslında müstakil bir çalışmaya konu edilmelidir.
Sûdî Efendi'nin, Türkiye'de yeterince gündeme getirilmediğini ve kadrinin bilinmediğini belirtmek de bir borçtur. Bu kanaate nereden varılıyor denilecek olursa eserlerinin araştırmacılar tarafından bile kolay ulaşılabilir durumda olmamasından, diye cevap versek yeridir. Onun bu değerli şerhlerinin yeni basımlarının yapılmamış olması da başka bir şey söylemeye gerek bırakmıyor aslında.
Denilebilir ki, sadece Sûdî mi? 'Mevlâna Yılı' diye çırpınanlar, göz boyayacak işler yapmaktan Ankaravî'nin yıllarca önce Farsçaya çevrilmiş muteber Mesnevi şerhini yayımlamanın yollarını arayıp bu konuyu gündeme getiren araştırmacılarımıza kulak kabartmışlar mıydı acaba?