Bir Amerikalı’nın Osmanlı'yı müdafaası

HABER MASASI
Abone Ol

1881-1885 yılları arasında ABD’nin Türkiye elçiliğini yapan, Ben Hur romanının yazarı Lew Wallace’ın ülkesindeki yönetim değişikliği sonrasında istifa mektubunu göndermesi üzerine Abdülhamid ona “Neden gelip benim hizmetime girmiyorsunuz?” der. Peki Wallace bu teklifi kabul edecek mi? İşte Sultan'ın dostluğunu kazanmış bir Amerikalı diplomat-yazarın kişisel müzesinden yansıyanlar...

Amerika’nın Indiana eyaletine bağlı Crawfordsville şehrinde katıldığım bir konferanstan beklenmedik bir tarihî hatıra ve keşifle döneceğim hiç aklıma gelmezdi. Bu küçük şehri tanıtma ihtiyacı duyan ev sahiplerimiz, şehir dışından gelenler için cazip olabileceğini düşündükleri yerleri sayarlarken, meşhur Ben Hur romanının yazarı, asker, devlet adamı, ressam ve müzisyen Lew Wallace’ın (ö. 1905) bugün müzeye çevrilmiş olan çalışma odası ve kütüphanesinin yarım mil mesafede olduğunu söylediler.

Müzenin sakladığı sırlar Abdülhamid döneminde Amerika’nın Türkiye elçisi olarak yaklaşık 5 yılını İstanbul’da geçiren Wallace’ın Amerika’da yer alan, bugün müze olan çalışma odası ve kütüphanesinden bir görünüş(solda). - Türk dostu bir Amerikalı Osmanlılardan ömrünün sonuna kadar büyük bir övgü ile bahseden Lew Wallace, Amerika’da Türkiye hakkındaki yanlış kanaatleri düzeltmek için pek çok açıklama yapmıştır.

Bir klasik haline gelen ve pek çok defa tiyatroda oynanıp filmleri yapılan Ben Hur yazarının çalışma yerini ziyaret etmenin ve Amerikan edebî ve popüler kültürünü biraz daha yakından tanımanın fena bir fikir olmayacağını düşündüm. Fakat konferans yetkililerinden Lew Wallace’ın 1881-1885 yıllarında Amerika’nın Türkiye elçiliğini yaptığını duyduğumda “Eh, artık gitmek farz oldu” dedim.

Diplomatik kariyerinin yaklaşık beş yılını İstanbul’da Abdülhamid döneminde geçirmiş bir devlet ve kültür adamının müzesinde Türkiye’ye ait bir şeylerin bulunacağı düşüncesiyle ilk fırsatta müzeye gittim. Wallace’ın bizzat yaptırdığı, aslî mimarisi korunmuş olan ve kaldığımız yere yürüme mesafesindeki müzeye girdiğimde ümitlerim boşa çıkmadı.

Küçük fakat içi tıka basa tarihî eserle dolu bir salon... Wallace’ın askerî, siyasî ve edebî hayatına ilişkin onlarca eser, tablo, madalya, vesika, diploma, kitap, müzik aleti, müellif nüshaları, şahsî ve resmî mektuplar ve en nihayetinde yayımlanmış kitaplarının eski ve yeni baskıları salonun farklı köşeleri ve duvarlarında sergilenmişti.

Tavanı kaplayan kemer Türk motifleriyle bezenmiş. Ana kapının sağ tarafındaki duvarda Abdülhamid’in şehzadelerinden birine ait büyük bir yağlı boya tablo asılı. Sol taraftaki camlı dolabın içinde Wallace’ın Türkiye’den getirdiği bir çift terlik, kahve fincanı, porselen demlik ve birkaç gravür var. Bunların ortasında, Abdülhamid’in henüz 40’ına varmadan çizilmiş orta büyüklükte kara kalem bir resmi...

Wallace’ın hatıralarında -ki buna aşağıda değineceğim- anlattığına göre bu resimleri Sultan Abdülhamid, Wallace’a birer hatıra olarak vermiş. Bunların yanındaki bir camekânın içinde yine

Abdülhamid’in Wallace’a onur nişanesi olarak verdiği 1268/1852 yılını gösteren bir mecidiye nişanı var. Ortası altın ve enfes bir işçiliği olan mecidiye Ben Hur Müzesi’ndeki en göz kamaştırıcı eserlerden biri.

Bu hoş keşif üzerine Wallace’ın otobiyografisine bakmaya ve Abdülhamid’le olan ilişkisini biraz araştırmaya karar verdim. Müzedeki görevlinin anlattığı bir hadise de bu meyanda merakımı celbetmişti.

Wallace’ın otobiyografisinde bulunan ve o yıllarda İstanbul’daki Robert College’de tarih hocalığı yapan E. B. Grosvenor’un naklettiği bu hadiseye göre Wallace, adet olduğu üzere yeni Amerikan elçisi olarak Sultanın huzuruna davet edilir. Ziyaret 3 ya da 4 Eylül 1881 tarihinde gerçekleşir. Wallace, hadiseyi anlatan Grosvenor’u ve o günlerde İstanbul’u ziyaret etmekte olan Amerikan Kongresi Üyesi S. S. Cox’u da yanına alarak Dolmabahçe Sarayı’na gider. Fakat asıl huzura çıkış burada değil, Yıldız Sarayı’nda olacaktır.

Wallace, elçilik heyetiyle Abdülhamid’i Yıldız Sarayı’nda ziyaret etmiş, Sultanın elini sıkmak istemişti. Üstte Sultan Abdülhamid halkla bir araya gelmesine vesile olan Cuma selamlıklarından birinde görülüyor. Fotoğrafının çekilmesinin ancak Meşrutiyet’ten sonra mümkün olabildiğini belirtelim.

Yıldız’da üç Amerikalı

Wallace başkanlığındaki Amerikan heyeti Dolmabahçe’de biraz dinlendikten sonra bir grup Osmanlı askeri refakatinde Yıldız’a geçer ve burada beklemeye başlar. Aradan 10-15 dakika geçer fakat Sultana takdim edilecek hediyeler gelmez. Bu yüzden heyetin padişahı görmesi de gecikir.

Yabancı ziyaretçileri bekletmenin Osmanlı sarayında eski bir gelenek ve asıl gayenin gelen heyetlere Osmanlı’nın güç ve azametini göstermek olduğunu söyleyen Grosvenor, Wallace’ın bu gelenekten haberdar olduğunu fakat son yıllarda bundan büyük ölçüde vazgeçildiğini bildiğini ekler. Bu durumdan cesaret alan Wallace, padişahın hizmetlilerinden İbrahim Bey’e, “Lütfen yüce Sultana daha fazla beklemek istemediğimi söyleyiniz” der.

Birkaç dakika sonra Wallace ve beraberindeki heyet bir başka odaya alınır. Burada Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa, Hariciye Nazırı Asım Paşa, Osman Bey ve Münir Paşa hazır beklemektedir. Biraz sonra Wallace ve yanındakiler Sultanın huzuruna alınırlar. Mütercimler aracılığıyla takdimler yapılır.

Abdülhamid Wallace’ı yeni görevinden dolayı tebrik ettikten sonra ona Amerika hakkında çeşitli sorular sorar.

‘olağan’ ziyaretten sonra Wallace Abdülhamid’e “Amerikan halkının temsilcisi olarak Yüce Sultanın elini sıkmak istiyorum” der. Fakat mütercimler bu talebin İstanbul’un diplomatik geleneklerine aykırı olduğunu bildikleri için, dahası bunun Sultana karşı bir hakaret olabileceği korkusuyla Wallace’ın talebini tercüme etmek istemezler. Asım Paşa olaya vâkıf olur ve bunun uygun bir şey olmadığını söyler.

Bu sırada Abdülhamid “Neler oluyor? Ne konuşuyorsunuz?” diye sorar. Bunun üzerine durum kendisine izah edilir. Abdülhamid, hiçbir öfke ve şaşkınlık alameti göstermeden bir iki adım atar ve Wallace ile el sıkışır. Wallace’ın hayat hikâyesini kaleme alan bir yazara göre böylece 600 yıllık saltanat tarihinde ilk defa bir Sultan, bir ‘gavur’ ile el sıkışmış olur!

Bu hadiseden sonra Abdülhamid, Wallace ile diplomatik normların ötesinde bir dostluk geliştirir. Wallace, Abdülhamid’in bu teveccühü sayesinde Sultanı pek çok kere ziyaret eder; ziyaretlerinde bol bol Türk tütünü ve kahvesi içerler.

Bir keresinde Abdülhamid Wallace için “Amerikalı doğru adamdır” ifadesini kullanır. Grosvenor, Sultanın ağzından çıkan bu cümleyi mektubunda aynen Türkçe haliyle zikreder ve bu ifadenin derinlik ve ciddiyetini İngilizcede ifade etmenin zorluğundan şikayet eder. Abdülhamid’in bu iltifatının arkasında Wallace’a duyduğu kişisel yakınlığın yanı sıra o dönemde Amerika’yla ilişkilerini iyi tutma arzusunun yattığına şüphe yok. Mısır ve Balkanlar meselesinden dolayı İngiltere ve Fransa’ya karşı büyük bir diplomatik savaş yürüten Osmanlı yönetimi, Amerika’nın tarafsız tutumundan hayli memnundur.

Wallace’ın hatıra ve mektuplarına inanacak olursak -ki inanmamak için elimizde herhangi bir delil yok- Abdülhamid ile aralarındaki dostluk ve güven ilişkisinin çok kısa sürede geliştiğini söylemek mümkün.

Abdülhamid bu dönemde Amerikan iç politikasını da yakından takip etmektedir. Wallace’la görüşmelerinde Amerika hakkında ondan sürekli bilgi alır. Buna mukabil Wallace, 1885’teki başkanlık seçimlerini Türkiye ve Avrupa’da haber konusu bile yapamamasından duyduğu üzüntüyü dile getirir ve “Şimdi yeni bir başkanımız var. Bu şehrin gazeteleri hadiseyi not ettiler ve bu devrime, tıpkı İngiliz kuzenlerimiz gibi sadece yedi satır yer verdiler. Etkimizin ne kadar önemli olduğuna bakın!” der. (Bir de bizim bugünkü halimize bakın!)

Abdülhamid ile arasındaki bu yakın ilişkinin Wallace’ın hatıralarına yansıyan kısmı ilginç anekdotlarla dolu. Mesela Wallace İstanbul’da göreve başladıktan birkaç ay sonra Abdülhamid’e Ben Hur romanının imzalı bir nüshasını takdim eder. (Bu nüsha bugün nerededir acaba?) Sultan kitabı memnuniyetle kabul eder ve Türkçeye tercüme edilmesini, zira kitabı okumak istediğini söyler. Kitabın o zaman Türkçeye tercüme edilip edilmediğini bilmiyoruz. Fakat Ben Hur’un alt başlığının “Hz. İsa’nın Hikâyesi” olduğunu hatırlayacak olursak, böylesine dinî içerikli bir kitabı Wallace’ın Osmanlı Sultanına takdim etmekte bir beis görmediğini söylemek mümkün.

Abdülhamid’in beklenmeyen teklifi

Wallace’ın hatıralarında zikredilen en ilginç hadiselerden biri, Abdülhamid’in onu yanına bir görevli olarak almak istemesidir. Cumhuriyetçi Wallace’ın, 1885 yılında Demokrat Parti adayı Grover Cleveland’ın başkan seçilmesinden sonra istifa mektubunu göndermesi üzerine Abdülhamid ona “Ülkenize olan hizmetinizi tamamladıktan sonra neden gelip benim hizmetime girmiyorsunuz?” der ve “Sizi Paris veya Londra’ya elçi olarak atarım” diye de ilave eder. Wallace’a göre Sultan bu teklifinde samimi ve ciddidir.

Wallace teklifin kendisini sonsuz derecede şereflendirdiğini fakat bu görevi kabul etmesinin mümkün olmadığını kibar bir dille söyler.

Bunun üzerine Abdülhamid “O zaman (Amerikan) Başkan(ı) Cleveland’a bir mektup yazıp sizin burada devletinizin temsilcisi olarak kalmanıza izin vermesini talep edeceğim” der. Mamafih Wallace böyle bir şeyi yürekten bağlı olduğu Cumhuriyetçi Parti’ye hiçbir zaman izah edemeyeceğini beyan ederek Sultandan özür diler. Abdülhamid’in bu olağandışı iltifatına kayıtsız kalamayan Wallace Sultana, ancak kendi ülkesi Amerika’da hizmet edebileceğini söyler.

Wallace’ın Amerika’ya döndüğü 1885 yılından sonra Abdülhamid’le ilişkisinin resmî ya da gayr-i resmî olarak devam edip etmediğini bilmiyoruz. Lakin yine hatıratında aktardığına göre Abdülhamid Amerika’ya döndükten sonra her ay kendisine bir mektup göndermesini ve oradaki gelişmeleri haber vermesini ister. Bu arada Wallace, Amerika dönüşünde İngiltere’ye uğrar ve burada kuvvet, sadakat, iyi huy ve cesaret sahibi bir köpek satın alıp Abdülhamid’e hediye olarak gönderir.

İmzalı roman! Sultan Abdülhamid, Ben Hur romanının kendisine sunulan imzalı nüshasını büyük bir memnuniyetle kabul etmiş ve Türkçeye tercüme edilmesini emretmiştir.

Lew Wallace, Amerika’ya döndükten sonra askerî-siyasî kariyeriyle edebî kimliğini bir arada götürmeye çalışır. Fakat bir müddet sonra kendisini siyasî hayattan büyük ölçüde çekerek tekrar kitapların dünyasına dalar. Nihaî gayesi, ona kültür dünyasında önemli bir yer kazandıran Ben Hur misali büyük bir roman yazmaktır. Özel çalışmalarıyla doğrudan bir ilgisi olmamakla beraber Kongre Kütüphanesi’nin genel okuyucunun kullanımına açılması için Amerikan Kongresi’ne teklifte bulunur.

Wallace büyük bir eser yazma idealini, 1893’de yayımladığı Hindistan’ın Prensi ya da Konstantiniyye Neden Düştü? (The Prince of India or Why Constantinople Fell?) adlı tarihî romanıyla gerçekleştirir. Fakat bu roman, aynı zamanda Wallace’ın Abdülhamid’e minnet borcunu ödeme arzusunun da bir tezahürüdür.

Roman, kendine has kurgusal yapısı içinde aslında Osmanlı hanedanını anlatmaktadır. Wallace kitabında Amerikan okuyucusuna hem edebî bir metin sunar, hem de onları Osmanlı ve Osmanlılar konusunda eğitmeye çalışır.

Kitabın konu edindiği olayların geçtiği 15. yüzyılda Batı’da şövalyelik/fütüvvet ruhunun ölmek üzere olduğunu, oysa aynı dönemde bu geleneğin Doğu’da zirveye ulaştığını hatırlatır. Hindistan’ın Prensi bu geleneğe önemli atıflar içerir.

Wallace, Türkiye’deki resmî görevini yürütürken bu kitabı için tarihî ve kültürel malzeme topladığını ve Abdülhamid’in özel izniyle İstanbul’daki bazı arşivleri kullandığını ifade ediyor.

(New York Times’ın 24 Aralık 1893 tarihli haberine göre Stephen Ludlow adlı bir Protestan papaz, Wallace’ın Hindistan’ın Prensi adlı kitabını Ayasofya arşivlerinde bulunan İbranice bir kitaptan intihal ederek yazdığı suçlamasında bulunur. Wallace iddiayı şiddetle reddeder; delil olarak İstanbul’daki kütüphane müdüründen bir de mektup alır. Papaz daha sonra başka bir dolandırıcılık hadisesine karıştığı için kendi kilisesi tarafından mahkemeye verilir.)

Kitabını Abdülhamid’e ithaf edecekti

Hatıratında aktardığına göre Wallace 1890 yılında Abdülhamid’den kendisine hizmet etmesi için ikinci bir davet alır. Fakat bu dönemde Wallace artık siyasî hayattan bütünüyle çekilmiş ve kendini yazmaya adamıştır. (Bu yüzden Amerika’nın Brezilya elçisi olma görevini de reddeder.)

Onun için yıllardır özlemini çektiği yazı ve kültür hayatına dönmek, her tür siyasî payeden daha önemlidir. 19 Temmuz 1893’te New York’ta yaptığı bir konuşmada “Gerçek Amerikan ruhu şu dört şeyde ortaya çıkar: sanat, edebiyat, icat, müzik. Bu yüzden her Amerikalı resim yapmaya, kitap yazmaya, yeni bir icat geliştirmeye veya bir müzik eseri bestelemeye çalışmalıdır” der.

Abdülhamid’e yazdığı 14 Ocak 1890 tarihli mektubunda Hindistan’ın Prensi kitabının müjdesini verir ve Sultanın uygun görmesi halinde kitabı kendisine ithaf etmek istediğini söyler. Wallace’a göre bu kitabın hulasası, Hıristiyanların ‘Baba’ dediği, Fatiha suresinde ‘Rahman’ ve ‘Rahim’ isimleriyle son derece güzel bir şekilde tasvir edilen Tanrı’nın, herkesin ‘anlayabileceği bir fikir’, yeryüzündeki bütün insanların ibadet ederek etrafında birleşebileceği bir ilah olduğunu göstermektir. Fakat daha sonra Amerika’daki siyasî gelişmeleri göz önüne alarak ve belki de Sultana bir roman ithaf etmenin uygunsuz bir davranış olacağını düşünerek kitabı Abdülhamid’e ithaf etmekten vazgeçer.

Mamafih Wallace’ın mektubunda değindiği, bütün insanların tek Tanrı inancı etrafında toplanabileceği fikri, üzerinde -özellikle hayatının sonlarına doğru- derin bir etki bırakmış olmalı. Zira Wallace’ın otobiyografisinin ikinci cildini, kocasının vefatından bir yıl sonra tamamlayarak yayımlayan Bayan Wallace, eşinin 1905 yılında hayata gözlerini kapadığını söyler ve 1000 küsür sayfalık eseri “O, yeni dünyayı, evrensel dini, bir olan Allah’ı buldu” cümlesiyle hitama erdirir.

Wallace’ın Abdülhamid’e olan minnet borcunu ödemesinin ikinci safhasını, Amerika’da yaptığı çeşitli konuşmalarda görüyoruz. Amerikan misyonerlerinin Türkiye’deki faaliyetlerinin ve hassaten Ermeni meselesinin Amerikan kamuoyunun gündeminde olduğu 1890’lı yıllarda Wallace çeşitli konuşma ve beyanatlarında soykırım iddialarının asılsız olduğunu söyler ve Osmanlı Sultanının asil, kibar, nazik, düşünceli ve saygıdeğer bir yönetici olduğunda ısrar eder.

New York Times’ın 2 Haziran 1895 tarihli nüshasında çıkan bir haberde Wallace’ın ‘Osmanlı müdafaası’ ile Türkiye’deki misyonerleri ve Ermenilerin baskı ve soykırım iddiaları karşılaştırılır. New York Times muhabiri “Şimdi kime inanmak lazım?” diye sorar ve asıl doğru raporun Türkiye’deki dindaşlarından geldiğini söyler.

Ermeni soykırımı iddiası karşısında

Wallace’ın İstanbul’dayken Türkiye’deki Amerikan- Protestan misyonerleriyle belli bir ilişkisinin olduğunu biliyoruz. Fakat özellikle Ermeni iddiaları karşısındaki tutumu, misyonerlerin bu faaliyetlerinden kendisinin de nispeten rahatsız olduğunu gösteriyor.

Wallace’ın Ermeni iddialarına karşı Osmanlı yönetimini savunması bu hadiseyle sınırlı değil. 1890’ların sonlarına doğru Abdülhamid’e yakınlığı artık alenen bilinen Wallace, yaptığı her konuşmada Ermeni dinleyiciler tarafından şiddetle tenkit edilir.

Boston Ermenileri, 20 Nisan 1900 günü ortak bir bildiriyle Wallace’ı kınarlar. Chicago’da yaptığı bir konuşma sırasında gerginlik iyice artar ve konuşma yarım kalır. Fakat Wallace geri adım atmaz.

21 Eylül 1900 tarihinde Washington’da yaptığı bir başka konuşmada Abdülhamid’i savunmaya devam eder. “Zannediyorum ki Türkiye’nin Sultanını bütün Amerikalılardan daha iyi tanıyorum” diye söze başlayan Wallace, sözlerini şöyle sürdürür: “

(Sultan) Doğru bir insandır ve onun bir vaadini bir defa bile olsun yerine getirmediğini görmedim.

Türkiye’deki Hıristiyanlar, Sultanın koruması altındadır ve onun koruması olmadan orada kalamazlar. Türkiye’de yaklaşık 3 milyon Yunan ve 4 milyon Ermeni Hıristiyan bulunmaktadır ve Sultan onların hepsini kendi tebaası addeder. Onlar olmasa Türk devleti yıkılır, zira bu (Hıristiyanlar) ticaret ehlidir. Türk, bir savaşçıdır. Fakat yakılan tek bir Hıristiyan kilisesi ve yıkılan bir misyoner evi yoktur ki Sultan onu yeniden inşa etmesin.

Bunun böyle olduğunu biliyorum. Abdülhamid bilgili bir insan ve saygın bir diplomattır. Böyle olmasa Osmanlı İmparatorluğu şimdiye çoktan paramparça olmuştu, çünkü Avrupa’daki herkes ona karşıdır. O, (bu Avrupa güçlerinin) birlik halinde hareket etmesine mâni oluyor ve böylece tahtını muhafaza ediyor. O, Paris’te eğitim görmüştür ve Müslüman olmasına rağmen Hıristiyan düşünce ve duygulara sahiptir.”

Wallace’ın ‘Osmanlı müdafaası’ sadece Abdülhamid’le sınırlı değil. 10 Şubat 1887’de Brooklyn Müzik Akademisi’nde yaptığı bir konuşmada da Türkiye’den ve Türklerden büyük bir övgüyle bahseder. “Türkiye’de sarhoş bir Türk’e hiçbir zaman rastlamadım” der ve ekler: “Türkler son derece kibar ve dindar insanlardır.”

Wallace konuşmasında haremle ilgili hikayelerin hayal ürünü olduğunu, Osmanlı’da çok kadınla evliliğin yaygın olmadığını, kimsenin bakabileceğinden daha fazla kadınla evlenmesine izin verilmediğini, kadınların evlerinde mahpus olduklarına dair düşüncenin de yanlış olduğunu anlatır.

Ve ölümüne kadar bu düşüncelerinden geri adım attığına dair bir ize rastlamıyoruz.

Lew Wallace, İslam-Batı ve Osmanlı-Amerika ilişkileri tarihinde büyük ve belirleyici bir yere sahip olmayabilir. Fakat bu gibi ayrıntılar, figürler, olaylar, tarihi doğru anlamamız adına vazgeçilmez değerdedir.

İslam ve Batı kelimelerinin gittikçe katılaştığı ve kategorik hale geldiği günümüzde bu iki dünyanın tarihî serüvenini şekillendiren ayrıntılara daha fazla dikkat etmek tarihi ve bugünü doğru anlamamıza önemli katkılar sunacaktır.