Ateşi kanla, kurşunu etle, kılıcı kemikle durduran şehir “Kahraman Maraş”
MUSTAFA ARMAĞAN
Ashab-ı kiramın ayak izlerini taşıyan kadim şehir Kahramanmaraş her daim gözünü daldan budaktan esirgemeyen cevgâverlerin diyarı olmuştur. İşte Fransız işgaline son veren, mânânın maddeye galip geldiği o kahraman ruh...Derin Tarih derisinin genel yayın yönetmeni araştırmacı yazar Mustafa Armağan'nın kaleminden yayınlandı.
Ne zaman Maraş'a gitsem, orada hâlâ yaşamakta inatla direnen ve asla pes etmeyen bir heyecan, bir hamiyetperver yaklaşım, hatta zekâya endeksli bir hassasiyetin halk içerisinde tüttüğünü görürüm. Bir zamanlar esnaf loncalarının idaresinde neredeyse bağımsız bir örgütlenme manzarası gösteren Çarşı'sında geziniyordum. Bir sandıkçı gördüm. Oymalı ahşap ceviz sandıklar satıyordu. Güzel olmasına güzeldi bu el ürünleri ama gayet sağlamdı, usta işiydi ve en önemlisi de her biri yapanın zekâ pırıltısını taşıyordu. Sultan II. Abdülhamid Han'ın marangozluk dehasından izler görüyordum onda. Açılması için baltayla kırmaktan başka çare olmayan bu gizemli sandıkları değme çelik kasalara meydan okutacak hâle getirmişti Maraşlı ustalar.
Bir defasında da kalaycı ile karşılaştım. Pek gençti ama işini ibadet edercesine aşkla, adeta büyüleyici bir ritmle yapıyordu. Elindeki çaydanlığı harlı ateşte ısıtıyor, sonra üflüyor, yeniden ısıtıyor, arada elindeki çekiçle bir yerlerine vuruyordu. Sonra kirli bir suya batırdı onu, yükselen kalay kokuları arasında eline alıp çaydanlığı bir baba şefkatiyle bezle sildi ve yerine koyup yenisiyle işine devam etti. Uzun uzun baktım: bir dervişin kalbi atıyordu dükkânda.
Çarşıdaki bu karanlık dükkânda ne kadar uzun bir süre geçirdiğimi çok sonraları fark ettim. Kendimi öylesine kaptırmıştım ki, sırlarla dolu bu büyüklü küçüklü sandıkların veya kalaycının cazibesiyle, adeta zamanın dışına taşmıştım. Kim bilir belki orada bir süre daha dolaşsam her dükkândan Evliya Çelebi'ye nazire yapacak kucak dolusu zengin malzemeyle dönebilirdim.
Ahmet Hamdi Tanpınar, o güzelim “Maraşlıların bayramı” başlıklı yazısında (Ülkü'deki yayın tarihi 1946'dır, yani klasik eseri Beş Şehir'in ilk yayınlandığı yıl) benimle aynı duygulara kapılmış olduğunu şu şekilde dile getirmektedir:
“Fakat Maraş çarşısının başka bir hususiliği de vardır. İnsan bu çarşıda kendisini İlyada'nın dünyasında sanıyor. Hangi dükkâna giderseniz gidin, bir kahramanla veya onun çocuğu yahut torunuyla karşılaşıyorsunuz. Yirmibeş yıl önceki destanın canlı bir tarafını dinliyorsunuz. Kahramanlık, (…) o kadar herkesin malı ki, en olmayacak hikâyeleri dinlerken bile insana karşısındakinin övündüğü duygusu gelmiyor. Zaten onlara göre, kahraman kendileri değil ki; kahramanlığı yapan şehir[dir]. Her şeyi onun için istiyorlar, bütün medihler ona dönüyor.”
Hasılı kahramanlık gibi ferdî bir övünç vesilesini bile toplumsallaştırmayı başarmış bir şehirden bahsediyoruz Maraş deyince. Dolayısıyla ona “Kahraman” ön adını verenlerin, aslında yeni bir şey yapmadıklarını, bu şehirde zaten buram buram tütmekte olan bir ruha isim koyduklarını söylememiz gerekir.
Ruhun çocukları! Aynı vurgunun farklı bir dünya görüşüne sahip olan Necip Fazıl'da ortaya çıkmasına artık şaşırmıyoruz. “Maraş Hitabe”lerinden birinde “Maraş benim için yapmacıksız ve tasannusuz, doğrudan doğruya içinden gelme bir hamleyle, beşikteki çocuğundan koltuktaki ihtiyarına kadar harbetmiş ve düşmanını kovmuş bir memleket olmaktan ibaret değildir” der ve Maraş'ın bu karışık ruh denkleminin 20. yüzyılda çözümünü başaran bir şehir olduğunu belirttikten sonra bunu nasıl başardığını ne kendisinin izah ettiğini ne de başkasına izah ettirdiğini söyler. Bu, izahsız bir çözümdür ona göre.
“Zira asil ruhlar mahcup doğar ve nefs mevzuunda fazla didişmekten haz duymaz. Maraş da büyük ve hakiki kahramanların çok sevdikleri bir bucak olan meçhulün kıyısında ve tam kendisine denk bir çehre ifadesi içinde oturuyor. İşte karşısında olduğumuz Maraş bu Maraş'tır.”
Hangi Maraş? Üstad açıklasın:
“Ruhun çocukları! Hâlâ ateşi kanla, kurşunu etle ve kılıcı kemikle önlemenin ve bütün bu kuvvetlileri, bütün bu zayıflara yedirmenin sırrını elinizde tutuyorsunuz.” Maraş, maddenin mânâya teslim olduğu diyardır ve bu özelliğini korursa gelecekte Batı toplumları ondan bir şey öğrenmek için kapısına dizileceklerdir. Maraş dünyanın muhtaç olduğunu bir sır anahtarını bütün mütevazılığıyla üzerinde taşımaktadır.
İlginçtir, Maraş'ın kahramanlığına 1920'den yaklaşık bin yıl önce şahit olan birini tanıyoruz. Ünlü Arap şairi Mütenebbî, 954 yılında Hamdanîlerin elinde bulunan Maraş'ı işgale kalkan Bizanslılara karşı Maraş halkının ve Hamdanî Devleti'nin hükümdarı Seyfüddevle'nin mücadelesinden bahseden bir şiir bırakmıştır bize. Şehri imar ettiren Seyfüddevle, Bizans ordusunu da Maraş önlerinde bozguna uğratmış, savaş meydanından kaçırmıştır.
Bu şiirinde Mütenebbî'nin Maraş'ı İslam aleminin “serhat şehri” olarak görmesi ve yüceltmesi, Anadolu'nun adeta kapısı olarak ona ihtimamla yaklaşmış olması ilginçtir. Şöyle der Mütenebbî (A. Özdemir, “El-Mütenebbî'nin şiirinde Maraş”, SÜ İlahiyat Fak. Der., 14/2006, s. 159-85):
Haklarındaki fikrin serhat halkına (Maraşlılara) ne devlettir
Hizbullah onlarla bir, ne de büyük fazilettir.
Burada kullanılan hizbullah kelimesi, güncel çağrışımlardan bağımsız olarak “Allah'ı, Rasûlünü ve mü'minleri velî edinenler” anlamındaki Kur'anî bir terimdir (Mide, 56). Demek bin yıl önce de Maraş halkı, Allah'ı (cc), Rasûlünü (sas) ve müminleri velî edinenlerin yanındadır ve bu husus, Maraş'ın ruh kahramanlığının arızî değil, ezelî olduğunu tespit etmek bakımından önemlidir.
İslamın serhaddi
Bu bin yıllık şiirde Maraş ve Seyfüddevle (İslam'ın kılıcı) hakkında beyan edilen çarpıcı beyitleri hatırlamaya devam edelim:
Evet, sıradan insanlar gibi çetin işlerden kaçsaydı ne Seyfüddevle “İslamın kılıcı” olabilirdi, ne de “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olmaz” diyen Kahraman Maraşlıların çeliği eriten ruh ateşi…
Maraş, İslam'ın henüz şafağında Müslümanların akınlarına maruz kalır. Daha Hulefa-i Raşidin devrinden itibaren şehir önlerine gelen Arap akıncıları arasında Halid bin Velid'in olduğunu söylemek, onun şehri aldığını ve kalesinin surlarını yıktırdığı belirtmek ve bu tarihin hicretten sadece 15 yıl sonrasına denk geldiğini belirtmek çok önemlidir.
Demek ki Maraş, Hicri 16 yılında, yani 15 asırdır İslamiyetle ve ezan sesiyle müşerref olmuş bir şehirdir ve ondaki güzelliklerin bir kısmının bu değerli tarihî hatıradan kaynaklandığını söylemek gerekir.
Maraş'ın bir özelliği, gerek Doğu-Batı, gerekse kuzeygüney ticaret yolları üzerinde neredeyse bir düğüm noktası olmasından ileri gelir; bu bakımdan ona sahip olmak Arap yarımadasından çıkmak arzusundaki İslam komutanlarına stratejik açıdan önem taşır.
Nitekim fetihten sonra Maraş, Anadolu içlerine yapılacak harekâtta stratejik bir üs teşkil etmiş, serhat şehri olmuş ve Süfyan b. Avf el-Gamidî Maraş'tan yola çıkarak Bizans içlerine seferler düzenleyebilmiş, ardından Hz. Muaviye'nin emriyle şehir yeniden inşa edilmiştir.
Emevî Halifesi I. Velid'in oğlu Abbas bizzat Maraş'a geldiğini, büyük bir cami yaptırdığını, bir kısım insanları şehre yerleştirdiğini ve nüfusu artırmaya çalıştığını görüyoruz, Bizans İmparatoru'nun ele geçirdiği Maraş'ı yıktırdığını, buna mukabil Halife Mervan'ın geri alıp yeniden yaptırdığını da.
Lakin İslam hakimiyeti Malazgirt Savaşı'na kadar daimi olmadı bölgede. Bizans ile İslam hanedanları arasında gidip geldi şehir. Bir ara Selçukluların eline geçtiyse de, Haçlı savaşlarında düşürüldü. Ardından Selçuklular hakim oldu Maraş'a. Sultan I. Mesud, oğlu Kılıçarslan ile birlikte şehri ele geçirdiyse de, Ermeni hakimi Stefan geri aldı. Nihayet I. Gıyaseddin Keyhüsrev, 1208 yılında Maraş'a hakim oldu. Burada Selçuklu Devleti'ne bağlı bir beylik kuruldu.
Tabii bütün bu el değiştirmeler sırasında Maraş'ın nüfusu epeyce azalmış ve tahrip olmuştu. İşte 13. yüzyıl başlarında meydana gelen yeni Türkmen göçleriyle şehrin hem nüfusu artacak, hem de iktisadi hayatı canlanacaktı.
Maraş'a Osmanlı aşısı
Bundan sonra Moğol saldırılarını göreceğiz. Nihayet Dulkadir oğullarının şehre sahip oluşunu... Yavuz Sultan Selim, Maraş'ın tarihinde çok önemli bir yer tutar. Zira bir süre önce Şah İsmail kuvvetleriyle Maraş'a girmiş ve şehri tahrip ettiği yetmezmiş gibi, bir kısım Sünnî halkı da kılıçtan geçirmiştir.
İşte Çaldıran seferi dönüşünde Sultan Selim Han, Hadim Sinan Paşa ile Dulkadirli Şehsuvaroğlu Ali Bey'i Maraş'ın alınmasıyla görevlendirmişti. Böylece şehir 1514 yılından itibaren Osmanlı hâkimiyetine girecek ve İngilizlerin 22 Şubat 1919'daki işgaline kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalacaktır. İngilizler yaptıkları anlaşma gereği 29 Ekim 1919'da çekilecek ve yerlerine Fransız işgal kuvvetleri gelecekti.
Fransız ordusunda Ermenilerin bulunması, şehirdeki Ermenilerin işgali sevinçle karşılamış olmaları, Türk bayrağının kaleden indirilmesi, Uzunoluk Hamamı'ndan çıkan kadınların Fransız askerleri tarafından taciz edilmesi üzerine Sütçü Hacı İmam adlı bir kahramanın işgalci askerlerden birini öldürmesi, Rıdvan Hoca'nın vaazı Maraş'ın direnişe geçmesinin muhtelif safhaları oldu. Çok cepheli bu kahramanca direnişten sonra 11 Şubat 1920 gecesi Fransızlar şehri boşaltmak mecburiyetinde kaldılar. Böylece Maraş işgalden kendi çabalarıyla kurtulan ilk şehir olarak haklı bir şöhret edinmiş oldu.
Bir şehir bitmez dostlar. Hele ki bu şehir Maraş fabrikası gibi 'kahramanlar' yetiştirmiş ve ashab-ı kiramın ayak izlerini taşıyan kadim bir şehir olursa hiç bitmez. Hiç bitmesinler zaten. Onların bitmesiyle bizim de çok şey yitireceğimizin bilincinde olmamız lazım. Onun için Maraş, bütün tahribata rağmen ayakta kalmayı başardı ve bundan sonra da o ruh sayesinde ayakta kalmaya devam edecek. Çünkü çalışkanlık ve hamiyetperverlik bu şehrin damarlarında hâlâ sular seller gibi akıyor.
“Otun kökü suda ise korkma” dermiş Çinliler. Maraş'ın kökü de hiç kurumayan bir suda. İnşaallah “din-i mübin”in suyu kurutmadıkça Maraş da yaşayacak ve bize kahramanlık destanından sayfalar okumaya devam edecek. Yıllarca, asırlarca…
Bir defasında da kalaycı ile karşılaştım. Pek gençti ama işini ibadet edercesine aşkla, adeta büyüleyici bir ritmle yapıyordu. Elindeki çaydanlığı harlı ateşte ısıtıyor, sonra üflüyor, yeniden ısıtıyor, arada elindeki çekiçle bir yerlerine vuruyordu. Sonra kirli bir suya batırdı onu, yükselen kalay kokuları arasında eline alıp çaydanlığı bir baba şefkatiyle bezle sildi ve yerine koyup yenisiyle işine devam etti. Uzun uzun baktım: bir dervişin kalbi atıyordu dükkânda.
Çarşıdaki bu karanlık dükkânda ne kadar uzun bir süre geçirdiğimi çok sonraları fark ettim. Kendimi öylesine kaptırmıştım ki, sırlarla dolu bu büyüklü küçüklü sandıkların veya kalaycının cazibesiyle, adeta zamanın dışına taşmıştım. Kim bilir belki orada bir süre daha dolaşsam her dükkândan Evliya Çelebi'ye nazire yapacak kucak dolusu zengin malzemeyle dönebilirdim.
Ahmet Hamdi Tanpınar, o güzelim “Maraşlıların bayramı” başlıklı yazısında (Ülkü'deki yayın tarihi 1946'dır, yani klasik eseri Beş Şehir'in ilk yayınlandığı yıl) benimle aynı duygulara kapılmış olduğunu şu şekilde dile getirmektedir:
“Fakat Maraş çarşısının başka bir hususiliği de vardır. İnsan bu çarşıda kendisini İlyada'nın dünyasında sanıyor. Hangi dükkâna giderseniz gidin, bir kahramanla veya onun çocuğu yahut torunuyla karşılaşıyorsunuz. Yirmibeş yıl önceki destanın canlı bir tarafını dinliyorsunuz. Kahramanlık, (…) o kadar herkesin malı ki, en olmayacak hikâyeleri dinlerken bile insana karşısındakinin övündüğü duygusu gelmiyor. Zaten onlara göre, kahraman kendileri değil ki; kahramanlığı yapan şehir[dir]. Her şeyi onun için istiyorlar, bütün medihler ona dönüyor.”
Hasılı kahramanlık gibi ferdî bir övünç vesilesini bile toplumsallaştırmayı başarmış bir şehirden bahsediyoruz Maraş deyince. Dolayısıyla ona “Kahraman” ön adını verenlerin, aslında yeni bir şey yapmadıklarını, bu şehirde zaten buram buram tütmekte olan bir ruha isim koyduklarını söylememiz gerekir.
Ruhun çocukları! Aynı vurgunun farklı bir dünya görüşüne sahip olan Necip Fazıl'da ortaya çıkmasına artık şaşırmıyoruz. “Maraş Hitabe”lerinden birinde “Maraş benim için yapmacıksız ve tasannusuz, doğrudan doğruya içinden gelme bir hamleyle, beşikteki çocuğundan koltuktaki ihtiyarına kadar harbetmiş ve düşmanını kovmuş bir memleket olmaktan ibaret değildir” der ve Maraş'ın bu karışık ruh denkleminin 20. yüzyılda çözümünü başaran bir şehir olduğunu belirttikten sonra bunu nasıl başardığını ne kendisinin izah ettiğini ne de başkasına izah ettirdiğini söyler. Bu, izahsız bir çözümdür ona göre.
“Zira asil ruhlar mahcup doğar ve nefs mevzuunda fazla didişmekten haz duymaz. Maraş da büyük ve hakiki kahramanların çok sevdikleri bir bucak olan meçhulün kıyısında ve tam kendisine denk bir çehre ifadesi içinde oturuyor. İşte karşısında olduğumuz Maraş bu Maraş'tır.”
Hangi Maraş? Üstad açıklasın:
“Ruhun çocukları! Hâlâ ateşi kanla, kurşunu etle ve kılıcı kemikle önlemenin ve bütün bu kuvvetlileri, bütün bu zayıflara yedirmenin sırrını elinizde tutuyorsunuz.” Maraş, maddenin mânâya teslim olduğu diyardır ve bu özelliğini korursa gelecekte Batı toplumları ondan bir şey öğrenmek için kapısına dizileceklerdir. Maraş dünyanın muhtaç olduğunu bir sır anahtarını bütün mütevazılığıyla üzerinde taşımaktadır.
İlginçtir, Maraş'ın kahramanlığına 1920'den yaklaşık bin yıl önce şahit olan birini tanıyoruz. Ünlü Arap şairi Mütenebbî, 954 yılında Hamdanîlerin elinde bulunan Maraş'ı işgale kalkan Bizanslılara karşı Maraş halkının ve Hamdanî Devleti'nin hükümdarı Seyfüddevle'nin mücadelesinden bahseden bir şiir bırakmıştır bize. Şehri imar ettiren Seyfüddevle, Bizans ordusunu da Maraş önlerinde bozguna uğratmış, savaş meydanından kaçırmıştır.
Bu şiirinde Mütenebbî'nin Maraş'ı İslam aleminin “serhat şehri” olarak görmesi ve yüceltmesi, Anadolu'nun adeta kapısı olarak ona ihtimamla yaklaşmış olması ilginçtir. Şöyle der Mütenebbî (A. Özdemir, “El-Mütenebbî'nin şiirinde Maraş”, SÜ İlahiyat Fak. Der., 14/2006, s. 159-85):
Haklarındaki fikrin serhat halkına (Maraşlılara) ne devlettir
Hizbullah onlarla bir, ne de büyük fazilettir.
Burada kullanılan hizbullah kelimesi, güncel çağrışımlardan bağımsız olarak “Allah'ı, Rasûlünü ve mü'minleri velî edinenler” anlamındaki Kur'anî bir terimdir (Mide, 56). Demek bin yıl önce de Maraş halkı, Allah'ı (cc), Rasûlünü (sas) ve müminleri velî edinenlerin yanındadır ve bu husus, Maraş'ın ruh kahramanlığının arızî değil, ezelî olduğunu tespit etmek bakımından önemlidir.
İslamın serhaddi
Bu bin yıllık şiirde Maraş ve Seyfüddevle (İslam'ın kılıcı) hakkında beyan edilen çarpıcı beyitleri hatırlamaya devam edelim:
Korkusundan esemiyor ona doğru sert rüzgârlar
Ürken kuşlar yem bulmak için değiştirdiler rehgüzâr
Bakımlı atlar dağlarında tozu dumana katar
Yolda karları dağıtır rüzgar, sanki pamuk atar
Hayret edişine insanların şaşırmalı aslında
“Yuh onlara!” diyorlar, “Nasıl etti Maraş'ı inşa?”
Sıradan insanlarla ne farkı bulunurdu zira
Çetin işlerden kaçsaydı, göğüs germeseydi zora?
Ürken kuşlar yem bulmak için değiştirdiler rehgüzâr
Bakımlı atlar dağlarında tozu dumana katar
Yolda karları dağıtır rüzgar, sanki pamuk atar
Hayret edişine insanların şaşırmalı aslında
“Yuh onlara!” diyorlar, “Nasıl etti Maraş'ı inşa?”
Sıradan insanlarla ne farkı bulunurdu zira
Çetin işlerden kaçsaydı, göğüs germeseydi zora?
Evet, sıradan insanlar gibi çetin işlerden kaçsaydı ne Seyfüddevle “İslamın kılıcı” olabilirdi, ne de “Maraş bize mezar olmadan düşmana gülzar olmaz” diyen Kahraman Maraşlıların çeliği eriten ruh ateşi…
Maraş, İslam'ın henüz şafağında Müslümanların akınlarına maruz kalır. Daha Hulefa-i Raşidin devrinden itibaren şehir önlerine gelen Arap akıncıları arasında Halid bin Velid'in olduğunu söylemek, onun şehri aldığını ve kalesinin surlarını yıktırdığı belirtmek ve bu tarihin hicretten sadece 15 yıl sonrasına denk geldiğini belirtmek çok önemlidir.
Demek ki Maraş, Hicri 16 yılında, yani 15 asırdır İslamiyetle ve ezan sesiyle müşerref olmuş bir şehirdir ve ondaki güzelliklerin bir kısmının bu değerli tarihî hatıradan kaynaklandığını söylemek gerekir.
Maraş'ın bir özelliği, gerek Doğu-Batı, gerekse kuzeygüney ticaret yolları üzerinde neredeyse bir düğüm noktası olmasından ileri gelir; bu bakımdan ona sahip olmak Arap yarımadasından çıkmak arzusundaki İslam komutanlarına stratejik açıdan önem taşır.
Nitekim fetihten sonra Maraş, Anadolu içlerine yapılacak harekâtta stratejik bir üs teşkil etmiş, serhat şehri olmuş ve Süfyan b. Avf el-Gamidî Maraş'tan yola çıkarak Bizans içlerine seferler düzenleyebilmiş, ardından Hz. Muaviye'nin emriyle şehir yeniden inşa edilmiştir.
Emevî Halifesi I. Velid'in oğlu Abbas bizzat Maraş'a geldiğini, büyük bir cami yaptırdığını, bir kısım insanları şehre yerleştirdiğini ve nüfusu artırmaya çalıştığını görüyoruz, Bizans İmparatoru'nun ele geçirdiği Maraş'ı yıktırdığını, buna mukabil Halife Mervan'ın geri alıp yeniden yaptırdığını da.
Lakin İslam hakimiyeti Malazgirt Savaşı'na kadar daimi olmadı bölgede. Bizans ile İslam hanedanları arasında gidip geldi şehir. Bir ara Selçukluların eline geçtiyse de, Haçlı savaşlarında düşürüldü. Ardından Selçuklular hakim oldu Maraş'a. Sultan I. Mesud, oğlu Kılıçarslan ile birlikte şehri ele geçirdiyse de, Ermeni hakimi Stefan geri aldı. Nihayet I. Gıyaseddin Keyhüsrev, 1208 yılında Maraş'a hakim oldu. Burada Selçuklu Devleti'ne bağlı bir beylik kuruldu.
Tabii bütün bu el değiştirmeler sırasında Maraş'ın nüfusu epeyce azalmış ve tahrip olmuştu. İşte 13. yüzyıl başlarında meydana gelen yeni Türkmen göçleriyle şehrin hem nüfusu artacak, hem de iktisadi hayatı canlanacaktı.
Maraş'a Osmanlı aşısı
Bundan sonra Moğol saldırılarını göreceğiz. Nihayet Dulkadir oğullarının şehre sahip oluşunu... Yavuz Sultan Selim, Maraş'ın tarihinde çok önemli bir yer tutar. Zira bir süre önce Şah İsmail kuvvetleriyle Maraş'a girmiş ve şehri tahrip ettiği yetmezmiş gibi, bir kısım Sünnî halkı da kılıçtan geçirmiştir.
İşte Çaldıran seferi dönüşünde Sultan Selim Han, Hadim Sinan Paşa ile Dulkadirli Şehsuvaroğlu Ali Bey'i Maraş'ın alınmasıyla görevlendirmişti. Böylece şehir 1514 yılından itibaren Osmanlı hâkimiyetine girecek ve İngilizlerin 22 Şubat 1919'daki işgaline kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalacaktır. İngilizler yaptıkları anlaşma gereği 29 Ekim 1919'da çekilecek ve yerlerine Fransız işgal kuvvetleri gelecekti.
Fransız ordusunda Ermenilerin bulunması, şehirdeki Ermenilerin işgali sevinçle karşılamış olmaları, Türk bayrağının kaleden indirilmesi, Uzunoluk Hamamı'ndan çıkan kadınların Fransız askerleri tarafından taciz edilmesi üzerine Sütçü Hacı İmam adlı bir kahramanın işgalci askerlerden birini öldürmesi, Rıdvan Hoca'nın vaazı Maraş'ın direnişe geçmesinin muhtelif safhaları oldu. Çok cepheli bu kahramanca direnişten sonra 11 Şubat 1920 gecesi Fransızlar şehri boşaltmak mecburiyetinde kaldılar. Böylece Maraş işgalden kendi çabalarıyla kurtulan ilk şehir olarak haklı bir şöhret edinmiş oldu.
Bir şehir bitmez dostlar. Hele ki bu şehir Maraş fabrikası gibi 'kahramanlar' yetiştirmiş ve ashab-ı kiramın ayak izlerini taşıyan kadim bir şehir olursa hiç bitmez. Hiç bitmesinler zaten. Onların bitmesiyle bizim de çok şey yitireceğimizin bilincinde olmamız lazım. Onun için Maraş, bütün tahribata rağmen ayakta kalmayı başardı ve bundan sonra da o ruh sayesinde ayakta kalmaya devam edecek. Çünkü çalışkanlık ve hamiyetperverlik bu şehrin damarlarında hâlâ sular seller gibi akıyor.
“Otun kökü suda ise korkma” dermiş Çinliler. Maraş'ın kökü de hiç kurumayan bir suda. İnşaallah “din-i mübin”in suyu kurutmadıkça Maraş da yaşayacak ve bize kahramanlık destanından sayfalar okumaya devam edecek. Yıllarca, asırlarca…