Aslına rücu eden gelenek

HABER MASASI
Abone Ol

Hz. Peygamber’e (sav) Al­lah’tan rahmet ve se­lam temenni eden, onu medhedip şefaati dile­nen, Ehl-i Beyt’ine dua ihtiva eden menbadır salâlar. Mahiyeti unutulmuş çok incelikli bu gelenek 83 yıl sonra İstanbul’una kavuştu

Eskiden her va­kit ezanının ayrı bir makamı olduğu gibi, her salânın da türüne göre fark­lı makamları vardı. Öyle ki, Kur’an-ı Kerim’in okunması İstanbul’da ken­dine has bir hâl almış ve Üsküdar ağzı Asım kıraati diye yeni bir üs­lup oluşmuştu. Zamanla bu nefis kıraatin terbiye ettiği kulaklar, mi­narelerden yükselen ezanın maka­mından hangi vaktin namazına çağ­rıldıklarını anlar hâle gelmişlerdi.

Asırlar boyunca Dede Efendilerle, Itrîlerle nev’i şahsına münhasır hâ­le gelen musikîmiz, muhtelif form­larla zenginleşmiş ve birçok güfte, ustalar elinde bestelenmişti. Bu tür­lerin içinde Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyti’nin medh ü senâsını esas alan salâ, kullanıldığı yere göre birçok şekle bürünmüştü.

Son devrin en başta gelen hanen­delerinden Bekir Sıtkı Sezgin bakın salâ çeşitlerini nasıl aktarıyor:

Sabah salâsı; sabah ezanından önce, dilkeşhâverân makamında okunur. Eserin bestekârı, kuvvetli rivayetlere göre Buhûrizâde Musta­fa Itrî Efendi’dir. Ama bazı kaynak­larda Hatib Zâkirî Hasan Efendi ol­duğu da söylenir.

Cuma ve bayram salâsı; bayram ve cuma namazla­rından önce müezzin mahfi­linde müezzinler tarafından karşılıklı okunurdu. Cuma günleri, ezandan bir saat ka­dar önce namaza hazırlık ya­pılmasını hatırlatmak için dilkeşhâveran makamında okunur. Bu salâ içinde Cuma Sûresi’nin cuma namazıyla ilgili ayeti ve hadislerden bö­lümler okunur. Bayâtî maka­mındaki eserin bestekârı Ha­tib Zâkirî Hasan Efendi’dir.

Cenaze salâsı; vefat habe­rinin duyurulması maksa­dıyla okunan salât-ü selâm ile cenâzenin kabre götürü­lüşü sırasında düzenlenen cenaze alayında ve definden sonra okunan salâ olmak üzere iki çeşittir.

Salât-ı Ümmiyye; bazı dinî törenlerde ve dinî günlerde, kısaca salât-ü selâm getiril­mesidir.Itrî tarafından segâh makamında bestelenmiştir.

Arapça salâ ahenksizmiş

Cenaze salâsına alışığız da, daha düne kadar İstanbul dışındaki bütün şehirlerimizde okunan Cuma salâ­mızın niçin susturulduğu anlaşılır gibi değil.

Halvetî dervişi Hatib Zakirî Hasan Efendi’nin tertip ettiği salâ, 83 yıl­lık kesintinin ardından geçtiğimiz yıl Şubat ayında camilerimizde tekrar okunmaya başlandı. İstanbul’un havas kesimi tarafından başlatılan kampanya ile gün yüzüne çıkarılan bu güzel âdet, devrilen bal dolu küpümüzden bir kaşık geri alma kabilinden medeni­yet sevdalılarını bahtiyar etti.

Cumhuriyet inkılaplarıyla bera­ber dünyayı ve eşyayı kavrayış bi­çimlerimizin değişmesi, aslında kendisini en çok kültür sahasında göstermiştir. Hilafetini kaybeden, medeniyet ve hukuku yerle bir edi­len Müslümanlar tabii olarak politik rövanş almaya odaklandılar. Dolayı­sıyla işin özünü teşkil eden medeni­yet kaybı yeterince dillendirilemedi. Oysa kurucu babalar, sırtını İstan­bul’a dönmüş ve Ankara’nın bozkı­rında yeni bir ulus inşasına soyun­muşlardı.

Binaenaleyh evvelâ bu sanata ha­yat veren menbaın kurutulması için kollar sıvandı. İslama dair ne varsa bir bir çöpe atılıp sanata yön ve ha­yatiyet veren tekke ve zaviyeler ka­patıldı. Her sahada dini olanı ictimaî ve siyasî düzlemden silen bu zihniyet, 1932’de eza­nın yasaklanmasına karar ve­rebildi.

Salâyı da Türkçe okuyun! Ezanın Türkçeleştirilmesi ile hızını alamayan Cumhuriyet hükümetinin Diyanet İşleri Başkanı Rifat Börekçi’nin 1933 yılında Türkçe salâ okunmasına dair yayınladığı tamim.

Ezan aslından tebdil edi­lir de, salâ ve tekbir edilmez mi? Nitekim belgede göreceğiniz gibi zamanın Di­yanet İşleri Reisi Rıfat Börek­çi imzasıyla 1933 senesinde camilere gönderilen tamim­de “Türkçe ezanın okundu­ğu bir zamanda minarelerde Arapça salât u selam okuma­nın ahenksiz” olduğu vurgu­lanmıştı.

Ne var ki, ezan gibi salânın da Türkçeleştirilmesi dev­rin müezzinleri tarafından hoş karşılanmamış ve artık minarelerden Efendimiz’in övülmesi adeti de terk edil­mişti.

Asla rücu

Ezanın aslî haline çevrili­şinden sonra Anadolu ve Bos­na, Kosova gibi Balkanların muhtelif yerlerinde bu güzel âdet tekrar can­landırıldığı hâlde bu gayret ne hik­metse İstanbul’da bir türlü karşılık bulmamıştı. 1940’lı ve 50’li yıllarda vuku bulan göçleriyle kendi şehir­li nüfusunu kaybeden İstanbul’da maalesef köyünden şehre gelen in­sanımızın bu eksikliği dillendirme­mesiyle Cuma salâsı da yok olup git­mişti.

Fakat unutmamalı ki, bu coğraf­yada himmet bitmez, aşk bitmez. Her şeyden evvel İmparatorluk payi­tahtı İstanbul, bu çoraklaşmaya ar­tık müsaade etmez. Nitekim etmedi de. Cuma geceleri okunan sala geçti­ğimiz yılın Şubat ayında yeniden camile­rimize avdet etti.

Ne demişti Namık Kemal:

Ecdadımızın heybeti maruf-i cihandır
Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır.