Akif'in torunu ata topraklarında
Mehmed Akif’in gurbetkaderine peder-imuhteremlerinin deortak olduğunu biliyormuydunuz? Kosova’da160 yıl önce başlayanayrılık acısını sonlandıranseyahatin seyrinedalarken, her nazarettiğimiz köşede ecdadınmirası ile karşılaşacağız.
Yaklaşık 4 yıldır Mehmed Akif Ersoy’un ailesiyle Üstad adına tertip edilen konferanslara gidiyoruz. Ülkemizde 45 vilayette 60’tan fazla konferans verdik. Hamdolsun “Akif’in torunu geliyor!” diye şehirlerde yapılan anonslar ve afişler gördük ama bizi daha da sevindiren, salonları dolduran “Asım’ın nesli”ydi. Bir inanç ve dava adamı olan Akif, bugünleri bir uyanış sahnesi olarak tasvir etmiş, gençliğe de adını vererek “Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş gerçek / İşte çiğnetmedi namusunu çiğnetmeyecek” diye görevini emanet etmişti.
Bu kez Asım’ın nesli bizi Akif’in ata diyarına, Kosova’ya davet etti. Ev sahibimiz 1950’li yıllarda orada kalan soydaşlarımızın temsilcisi olan Gerçek Derneği’ydi.
Akif’in 67 yaşındaki torunu Selma Hanımefendi’yle Kosova uçağına girmeyi beklerken o ruh hali bizi etkisi altına almaya başlamıştı bile. Hüzünlü gurbeti satırlarına nakış nakış ören Üstad’ın (dedesinin) köyüne gidecek, orada 160 yıl önce Büyük dedesi Hayreddin (Nureddin) Bey’in İstanbul’a gönderilişinin ardından iki amca çocukları geç de olsa bir araya geleceklerdi. Bu sahneye tanıklık edecek olmanın heyecanı Selma Hanım’dan ziyade bendenizi sarmıştı; bu ilk Kosova seyahatimi böyle anlamlı bir hatırayla nakşedecek olmanın sevinci de cabası.
Adem Yaşari Havalimanı’na indiğimizde genç kardeşlerimiz güleryüzleriyle bizi karşıladı. O güzel Türkçeleriyle hayretlerimizi kazandılar. Bir an “Ne güzel Türkçe konuşuyorsunuz, ne zamandır buradasınız?” diye sorma gafletinde bulundum. Sorum karşısında Gülşen Hanım’ın, “Biz 500 yıldır buradayız Fatih Bey” cevabıyla irkildim.
Biraz ürkek, biraz sevinçle karışık duygulara neden olan bu cevap, Kosova seyahati boyunca kulaklarımda çınladı durdu. Onlar 500 yıldır buradaydı da, biz neredeydik? Onlar kimdi? Biz kimdik?
İlk günkü programımız İpek şehriyle başlayacak, ardından Dede Köyü Suşisa’ya hareket edecektik.
Önce Priştina Oteli’ne yerleştik. Yolculuk hali ama gözlerimizde ne uykudan eser var, ne de uyuma isteği. Yaşına hürmet ederek Selma Hanım’a, “İsterseniz odanıza çekilip istirahat edebilirsiniz” dedim.
O da oldukça heyecanlıydı. Ertesi gün bir araya geleceğimiz amca çocuklarından bahsettik; İpek’i, Suşisa köyünü konuştuk. Belli ki hep onları merak etmişti ve başka bir konu konuşmak istemiyordu. Haksız da sayılmazdı. Akif’in hayatı gurbet hikâyeleri ile sarılmıştı adeta. Ama mesele kutlu mücadele olunca “Yeryüzü Allah’ındır” diyor ve “Eyvallah” deyip derviş-meşrep bir ruh haline giriyorsunuz.
O gece Priştina Oteli’nde ne Selma Hanım, ne de bendeniz bir nebze olsun dinlenebildik; gözümüze bir yudum dahi uyku girmedi. Sabah namazı vaktinde Murad Hüdavendigar diyarında inleyen ezan sesleri, bu topraklardaki varlığımızın bir çağrısı gibi geldi. Kıbleye yöneldiğimizde gözyaşlarımıza hâkim olamadık. Evlad-ı Fatihan içindi dökülen gözyaşları.
Priştina, Prizren, İpek ecdadın bıraktığı mirastan sayfalar. Lakin bizler mirasyedileriz. Onların at sırtında giderek fethettiği bu güzide toprakları şimdilerde uçağa binip bir saatlik bir yolculuk sonrasında ziyaret etmek bile zor geliyor günümüz insanına!
1375 yılında alınan Kosova yaklaşık 500 yıl Osmanlı idaresinde kalır. Bir bakıma bugün İstanbul’dan, Sivas’tan daha eski bir İslam beldesi burası. Ne yazık ki 1912 Balkan Harbi’nde elimizden çıkar.
Kosova Türkleri 1918’de Krallık yönetiminde olsun, 1945’de komünist Yugoslav rejiminde olsun göçe maruz bırakıldılar. 1930 kamulaştırma reformu ile Türklerin elinden toprakları zorla alınıp Sırplara verildi. 1956-60 yıllarında Türklerden silah toplama kampanyasıyla birçok kişi zorla göç ettirildi. Son olarak 1968-90 arasında Arnavutlar tarafından göçe zorlandılar. Türkler asimilasyon politikalarına tabi tutuldu.
Her şeye rağmen bugün 40-45 bin civarında Türk kardeşimiz bölgede Türk/İslam kültürünü yaşatmaya çalışıyor. Nitekim hangi sokağa girsek tarihten bir iz, hangi köşeyi dönsek bir cami minaresi bizi karşılıyor ve ecdadın selamını veriyor. Hamdolsun TİKA bölgedeki ecdad yadigarlarını onararak hem buradaki kardeşlerimize güç veriyor, hem de tarihe olan borcumuzu yerine getiriyor.
Bu ruh hali içinde İpek’e girerken şehir girişindeki tabelada bir hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Klasik bir Osmanlı şehrindeyiz. İki katlı ahşap evler, dar sokaklar, içinden nehir akan caddeler ve yemyeşil bir tabiat...
Bizim için bir başka şans da İpek Belediye Başkanı Gazment Bey ve eşi tarafından ağırlanmamız oldu. Başkan, Hayreddin Bey’in imamlık yaptığı cami olarak bilinen Bulazade Hasan Paşa Camii’ne götürdü bizi. Selma Hanımefendi’yle camiye girerken müthiş bir heyecan hissettik.
1278’de (1861-62) yapılmış, tek minareli, içinde küçük bir üst katı bulunan, son cemaat mahalliyle Osmanlı mimarisi izleri taşıyan bir camiydi karşımıza çıkan. Mihrabı, minberi inceliyor; şöyle bir nefes alıyoruz. Muhteşem manzara mühür gibi karşımızda. Selma Hanım, “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli, derken üstad, tam da bunu kastetmiş” diyor. Dualar ederek ayrılıyoruz, ne de olsa yolcu yolunda gerek.
İpek’ten ilerledikçe küçük köylerden, mahallelerden geçiyor, semt pazarları ve çarşılarını görüyoruz. Her köyde zarif minareler karşılıyor bizi, Elhamdülillah diyoruz. Sıra dağları aşarken, eteklerinde baharın müjdecisi kahverengiden yeşile çalan ağaçlarla selamlaşıyoruz. Yıldıray kardeşimiz son dönemeçte olduğumuzu söylüyor. Selma Hanım’a bakıyorum, gözleri dolu, dokunsanız ağlayacak.
Güneş olanca sıcaklığıyla bizi selamlarken Suşisa tabelasından anlıyoruz ki Mehmed Akif’in köyüne geldik. Ama daha önemli bir delil var: Köyün girişinde bizi karşılayan ilk yapı bir cami. Yıkık, virane, boynu bükük, sitem eder gibi bir hali var. TİKA halden anlamış, tespiti yapmış, hızlıca camiyi onarıma başlamış. Nasipse siz bu yazıyı okurken (Mayıs 2015) hizmete girmiş olacak.
Suşisa’da bayram havasıSelma Hanım’ı cami önünde amcazadesinin en büyük oğlu İsa Mujla karşılıyor. Uzun boylu. Arnavutça ve İngilizce selamlıyor bizi. Selma Hanım’ın eline sarılıyor, saygıyla öpüyor.
Sonra bir hasret giderme anı ki, görmeye değer; lakin yürek dayanmaz. İki sevgilinin yıllar süren hasretinin bitişi gibi birbirlerini kucaklıyorlar. Bir daha, bir daha ve bir daha… İsa Bey hiç durmadan konuşuyor. İki eliy le Selma Hanım’ın omuzlarından tutmuş, sanki ona, “Neredeydiniz, neden bizi arayıp sormadınız?” der gibi. Selma Hanım ise sözünün bitmesini bekliyor, bir şeyler sormak istiyor. Selma Hanım İngilizce sormak zorunda kalıyor, İsa Bey Arnavutça cevap vermeye çalışıyor; ciddi bir karmaşa ve kaos.
Bense bize yaşattıkları dil ayrışmasının acı bir örneğini yüreğim kan ağlayarak izliyorum. Aynı aileden olmalarına rağmen değiştirilen dil ve harfler yüzünden birbirini anlayamayan insanların bu hali, birilerinin başarısı! Nitekim İsa Bey heyecanını bastırıp bizi babasının, yani Mehmed Akif’in amcazadesinin yanına götürdü. Belli ki heyecandan evde bekleyememiş, köyün hayli uzak olan girişine dek yürüyerek gelmiş, burada karşılamak istemişti. Onu da aracımıza aldık, Adem ve Fatıma Mulaj’ın evine ilerledik.
Selma Hanım’daki heyecan, yerini çocuksu bir ruh haline bırakmıştı. 160 yıllık hasreti sonlandıran bir kavuşmaya şahitlik ediyordum. Bu gurbet senin içindi Rabbim. İlim tahsili için başlayan bir gurbet.
Mehmed Akif bu sahneyi görseydi keşke. Hayatının en verimli döneminde onu Mısır’da yaşamaya zorlayanların ailesinden, akrabalarından cüda bıraktığı bir hayatın hasret yüklü kelimelerini savurur; “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda” diyecek noktaya nasıl geldiğini gösterirdi.
Suşisa’da bahçeli bir ev, bizi bir bayram havasında karşılayan insanlar. Belli ki onlarda da Selma Hanım’ın duygu selinin aynısı akıyor. İstanbul’dan bir yakınları geliyor, hem de 160 yıllık ayrılığı bitirecek bir müjdeyle.
İçeri girdiğimizde bizi yaşı 87’ye gelmiş, başında keçe arakiyesiyle Adem dede karşıladı. Selma Hanım elini öptü, ancak bununla yetinmedi. Öyle bir hasretle sarıldı ki. Birkaç defa sarıldılar. Gözleri birbirinden neredeyse hiç ayrılmadı. Damla damla akan hasret kokan gözyaşı ne çok şey anlatıyordu. Âkif ise duvardaki portresinden seyrediyordu olup bitenleri. Ayrılık bile ağlardı ayrılığı yaşasaydı derler, o manzaralardan biriydi.
Akif’in ailesi böylece 160 yıllık hasreti sona erdirdi. Bundan sonra daha sık bir araya gelmek üzere karar alındı. Ayrılma vakti geldiğinde yine gözler doldu, yürekler dağlandı.
Murad Hüdavendigar’ın topraklarından Fatihalarla ayrılıyoruz. Şehitlerimizin hatıraları önünde hürmetle eğilerek buraların “vatan” olduğunun hafızalardan çıkmamasını Allah’tan niyaz ediyoruz.