1915'e giden yolun stratejik yapı taşları

ALTAY CENGİZER
Abone Ol

Ermeni meselesi değerlendirilirken 1. Dünya Savaşı şartlarında Osmanlı İmparatorluğu’nun nasıl bir kuşatılmışlık içinde olduğu dikkate alınmaz. UNESCO daimi elçisi Altay Cengizer Derin Tarih'te bizi 1915’i izah edebilmemize yarayacak ayrıntılı bir resmin peşine düşürüyor.

Diplomaside “zihin karmaşası” hali, etkin ve eş zamanlı karşı-stratejiler üretememek şeklinde karşımıza çıkar.

29 Ekim 1914 Karadeniz Harekâtı’nın 1. Dünya Savaşı’na erken ve hazırlıksız bir safhada girilmesine yol açtığı sıkça öne sürülen bir görüştür. Bizzat Sid Halim Paşa, istifası üzerine bayramın ikinci günü yanında birkaç kişiyle yalıya gelen Ali Fuat’a (Türkgeldi), “Biz harbe girmeliydik amma, onların ihtiyar edecekleri (belirleyecekleri) zamanda değil, bizim ihtiyar edeceğimiz zamanda” demiştir. Ne var ki, Çarlık Rusyası’nın 21 Şubat 1914 tarihli Büyük Konferansı’nda “Büyük Hengâme” şeklinde tanımlanmış olan Avrupa Savaşı kopmuşken, üzerlerinde emperyalist paylaşım tehdidi bulunmayan ülkeler ile Osmanlıların manevra alanlarının aynı veya benzeşir olduğunu düşünme imkânı yoktur.

Her şeyden önce Osmanlı İmparatorluğu’nun kendisi için siyasî-askerî açıdan en müsait anı kollanmasına izin verecek esnekliklere sahip olmadığını hatıra getirmek doğru olur. 1914’te savaşa tutuşan her iki düşman bloğun da müttefikleri olmaları için peşine düştükleri diğer ülkelerin hiçbirinin varoluşsal bir sorunu, başkentlerini sonsuza dek yitirmek korkusu yoktu; hiçbirinin başkenti de başka bir ülkeye savaş ganimeti olarak söz verilmiş değildi. İstanbul ve Boğazlar ise bizzat İngiltere Dışişleri Bakanı Grey’in ifadeleriyle “glavnyii priz,” yani savaşın büyük ikramiyeleriydi…

İtalya, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya’nın İtilâf devletleri safında yer alamayacağı çoktan belli olmuş, İtilâf nezdindeki teşebbüsleri ardı ardına reddedilmiş olan Osmanlıların aksine, iki blok arasında denge oyunları oynayabilecek, kendileri için en fazlasını talep edebilecek durumdaydılar. Savaşın hedefleri haline dönüşmüş Osmanlı toprakları ise başkalarına söz verilmekte, Osmanlılar üzerindeki kıskaç her geçen gün daralmaktaydı. Örneğin, İngiltere’nin Çanakkale ve Basra çıkışlarında tesis ettiği ablukalar Ekim 1914’te gittikçe şiddetlenmişti.

Şüphesiz Osmanlı topraklarının paylaşımı Osmanlılar savaşa girdi diye başlatılmadı. Aksini iddia etmek ezelî Şark Meselesi’ni yok saymakla aynı kapıya çıkar. Ekim 1914 sonunda gerek siyasî gerekse askerî mantık, Osmanlı İmparatorluğu’nun mümkün olduğunca erken bir aşamada, daha fazla ayak sürümeksizin Almanya’yı desteklemesini dayatmaya başlamıştı. İmparatorluk kayda değer bir güç sayılmanın önkoşullarını yerine getirmekte ne zamandır zorlanmaktaydı. Lâkin İstanbul’dan Körfez ve Kızıldeniz’e doğru uzanan geniş toprakların sahibi olmak, açıkta ve korumasız bir ganimeti elde tutuyor olmakla eşanlamlıydı.

Bu çerçevede öne çıkan en önemli mülahazalardan biri, Almanya’nın da İngiltere ve Fransa gibi yine Osmanlı toprakları üzerinden gerçekleştirilecek bir pazarlık sayesinde Çarlık Rusyası’nı yanına çekmeyi ya da tarafsız bir pozisyona itmeyi başarma ihtimalinin kuvvet kazanmış olmasıdır. Nitekim Tannenberg muharebelerinde bir kaç haftada 90 bin kayıp veren Rusya’nın Almanya’yla münferit bir anlaşmaya yönelmesi ihtimalinden müttefikleri İngiltere ve Fransa’nın ne derece korku duydukları; Büyükelçi Wangenheim’ın da Osmanlı Hükûmeti’ne Rusya’yla anlaşmaya varacakları yolunda savurduğu tehditler bilinmeyen şeyler değil.

Kuşkusuz Osmanlıların kendilerini içinde buldukları şartlarda hiçbir zaman kolaylık söz konusu olmamış, karar vericiler hemen hiçbir esnekliği kalmamış parametreler içinde hareket etmeye zorlanmıştı.

Zorlu karar anı

Sid Halim Paşa

Sid Halim Paşa örneğinde olduğu gibi, Osmanlıların kendilerini savunmak için harbe girmekten başka çareleri kalmadığını anlayan kesimde de rastlanan tüm bu tereddüt, duraksama ve kararsızlık hep daha müsait bir zaman olup olmadığı sualine bağlı olarak ortaya çıkmakta, bir kaleydeskoptaki pul taneleri gibi her oynamayla yer değiştiren, her an bir pozisyondan ötekine geçen siyasî ve askerî gelişmelerin sonunda bir “en müsait an” öne sürüp sürmeyeceği suali zihinlerden çıkmamaktadır.

Bu arayış insan tabiatı gereğidir, fakat Osmanlıların kendilerini içinde buldukları şartların oluşturduğu realpolitik çerçevedeki verilerle uyumlu değildir. Doğaldır ki, tarihî kararlar alma eşiğindeki liderler o dayanılmaz ve korkunç yanılmış olma ihtimalinin cenderesinden kolayca kurtulamazlar.

Bu yıllarda hem de en sancılı tereddütler içine girip çıkmamış bir lider, Kayzer Wilhelm dahil, göremeyiz.

İngiltere ve Çarlık Rusyası’nın savaş ilânına dahi gerek duymaksızın 29 Ekim Karadeniz Harekâtı’ndan hemen sonra, 30-31 Ekim günlerinde Çanakkale, Urla, Basra, Akabe ve Kafkaslarda gerçekleştirdiği askerî harekâtlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun etrafının esasen nasıl kuşatılmış olduğunu gösterir.

Mukadderat anları adeta bir yasa uyarınca hep bilinmezlerle çevrilidir. Enver Paşa’nın savaşa müdahil olma yolunda Amiral Souchon’u 22 Ekim tarihinde yetkilendirmiş olması, Osmanlıların özel konumundan, stratejik gerçekliklerinden kaynaklanan nedenlerle -artık o meşkuk ‘en müsait anı’ beklemek imkânı kalmadığının farkındalığı içinde- şüphesiz kalp çarpıntılarıyla verilmiş bir karardır. Buna karşın, uygulanma şansı olan başka geçerli seçenekler hilafına alınmış yahut daha iyi seçenekleri ortadan kaldırmış bir karar değildir.

Osmanlı Hükûmeti’nin Temmuz-Ekim 1914 döneminde aldığı kararların haklı nedenlere dayandırıldığı objektif plânda, izleyen hadiseler ve bilahare ortaya konulan belgeler ışığında meydana çıkmıştır.

İtilâf bloğu Osmanlılara dönük gerçek yüzünü savaşa dahil olmasından önce ifşa etmemiş, İtilâf tarafıyla anlaşma ihtimalinin varit olmadığı da ortaya konulmamış değildir. Bugün galiplerin anlatısı dahi, İtilâf devletlerinin Osmanlılara bir ittifak yahut yardım önerdiğini, Osmanlıların buna rağmen karşı tarafa geçtiğini iddia edebilecek durumda değildir. Bu anlayışın ileri sürebildiği tek şey, o içi kof sözde Osmanlıların toprak bütünlüğünün İtilâf bloğu tarafından garanti altına alınmasının teklif edilmiş olduğu iddiasıdır. Lâkin Osmanlılar bu teklifin ikili düzeyde, yani olması gerektiği gibi devletten devlete yapılmasını isteyince ne İngiltere, ne Fransa, ne de Çarlık Rusyası buna yanaşmıştır. Böylece Osmanlıların çok haklı olarak yönelttikleri, netice itibarıyla bir “siyasî yapı” olan “İtilâf” ortadan kalkacak olduğunda verilmiş olan “garanti”ye ne olacağı suali cevapsız kalmıştır

1. Dünya Savaşı’na katılmamızın hangi feci sonuçlara yol açtığını biliyor olmamız, Çanakkale’deki muhteşem direnişin sonuçlarını yaşamamış, yani Ekim Devrimi’ni hazırlayan şartlara süratle sürüklenmek durumunda kalmamış muzaffer bir Rusya’nın İstanbul ve Boğazlar’a girişi başta olmak üzere daha feci hangi sonuçları doğurabileceğini düşünmemizi engellemektedir.

Bir film şeridindeki son anlar ve karelere bakan, o noktada yoğunlaşan her anlatı, kaçınılmaz olarak büyük yanılgılar içine düşecektir. Savaşa girme kararının nasıl alındığı anlaşılmaya çalışılırken, kararın içinde oluştuğu stratejik çerçeve ve o esnada hangi koşulların gelip dayattığı görmezden gelinemez. Böylece Balkan Harpleri ve faciası, eski payitaht Edirne’nin Bulgaristan’a terk edilmesi yolunda kurulan müthiş baskı, Ege Adaları’nın işgali, düvel-i muazzama denilen güç ve kudret yoğunluğunun bütün bu dönem ve öncesine yayılan sayısız baskı ve tehditleri gibi, tüm bu sürece esas şeklini veren irili ufaklı yüzlerce detayı algılamamızı engeller.

Peki Osmanlıları hiç bu tecrübelerin içinden geçmemiş mi sayacağız?

Asırlardır beklenen fırsat: Avrupa’nın kapısında Temmuz 1914’te başlayan 1. Dünya Savaşı kısa sürede Avrupa’nın tamamına yayıldı. 4 yıl süren savaş Osmanlı topraklarına göz diken Avrupa devletleri için büyük bir fırsattı. Savaşın yayıldığı bölgeyi gösteren Almanca bir propaganda kartı.

Tehcire hangi şartlarda karar verildi?

Ne var ki, tam da şu sıralarda aynen bunu yapmamız istenmekte. Baskın Ermeni anlatısını oluşturan, bu anlatıyı yayan çevreler ve bu tek-taraflı anlatının yeni tekrarlayıcıları, 1915 olayları ve tüm Anadolu sathındaki büyük trajedilerin 1. Dünya Savaşı eşliğinde oluşmuş bir sistemik kaos şartlarında cereyan ettiğini görmezden gelmekte, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girme kararının nefs-i müdafaaya bağlı olduğu gerçeğinin üstünü bir sis perdesiyle kaplamak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Bu kesim, Şark Meselesi’ni yok sayar, Osmanlılar üzerinde tüm hatlarıyla belirmiş Çarlık Rusyası kaynaklı açık ve yakın tehditten hiçbir şekilde bahsetmez, hatta bu tehdidi ortaya koyan 21 Şubat 1914 tarihli Çarlık Büyük Konferansı’nın tutanaklarından da bîhaber gözükür… O dönemde sanki Post-nükleer bir dünyada yaşıyormuşlarcasına İstanbul ve Boğazların Çarlık için 1914’te arz ettiği önemi bilmezden gelir. Ermeni İsyanı’nı da küçümser, vardığı boyutların önemsiz olduğu iddiasında bulunur.

Buna karşın, bitmek tükenmek bilmeyen şekilde Osmanlıların Türkçü- Turancı nedenlerle savaşa girdiği; esasen başlıca amaçlardan birinin de Türklerin birleşme yolu üzerinde duran Ermenileri yok etmek olduğu, Almanya’yla ittifakın da bu nedenle tercih edildiği gibi iddiaları herhangi bir kanıt ortaya koymak gereğini hissetmeden sürdürür.

1915’i gerçekten izah etmemize yarayacak ayrıntılı bir resmin peşine düşmek, Doğu’nun bu iki kadim milleti arasında bir buluşmayı; meselenin insanî özüne doğru yol alınmasını sağlayacak şekilde adil bir hafızanın ortaya konulmasını istemek, tam da bugünlerde inkârcılık suçlamasıyla karşı karşıya kalmak için yeterli olmaktadır.

Her şeyi kendine yontan, bir tarafı tamamen suçsuz, art niyetsiz ve tertemiz, eli kana bulaşmamış gösterirken, diğer tarafı baştan aşağı lekeleyen ve kötülüğün bu dünyadaki timsali addeden tek taraflı anlatım ve iddialarla hiçbir yere varılamayacaktır. Aksine, gelecek nesillerin yüksek menfaatleri uğrunda bu kısır döngü kırılmalı, tarihin siyasîleştirilmesi çabalarından vazgeçilmelidir.