TBMM, Osmanlı Meclis'i Mebusanı'nın devamı mı?

DOÇ. DR. MUSTAFA BUDAK
Abone Ol

Resmî tarihe göre Türkiye Cumhuriyeti birdevrimin ürünüdür ve Osmanlı ile hiçbir bağıyoktur! Oysa 23 Nisan 1920’de kurulanBirinci Meclis (BMM) OsmanlıMeclis-i Mebusanı’nındevamıydı.

Başlıktaki soruya geçmişi, tarihî kopuşlar üzerinden okuyanlar hemencecik “hayır, değildir!” diyeceklerdir. Mesela Millî Mücadele ve Cumhuriyet tarihini bugüne kadar “kurgulandığı” şekliyle -biz buna resmî tarih de diyebilirizbilenler/ okuyanlar bu gruptandır. Öyle ki, bu görüş sahipleri TC tarihini 19 Mayıs 1919’dan başlatırlar. Onlara göre TC ile Osmanlı Devleti arasında hiçbir benzerlik/devamlılık yoktur. TC her şeyiyle yepyeni bir devlettir, yani -deyim yerindeyse- “hüday-ı nabit bir devlet”tir. Hatta 19 Mayıs 1919’dan sonraki gelişmeler ihtilal olarak görülmektedir. Acaba gerçek öyle midir? Belki de Cumhuriyet’in inşa ve ikame sürecinde eski karşısında “yeni”nin makbûl gösterilmesi resmî tarih söylemleri adına anlaşılabilir bir husus. Ancak 100. yılına az bir süre kalan bir rejimin kuruluşunu ısrarla hâlâ o yıllarda belli maksatlarla kurgulanmış tezlere dayandırması pek doğru görünmemektedir. Üstelik bu ısrar yayınlanmış bunca hatıra ve araştırmaya rağmen sürdürülmektedir. Her ne kadar bundan son yıllarda biraz vazgeçilmişse de kopuş temelli ana söylem korunmaktadır.

Unutulmamalı ki, tarih kopuşlar kadar süreklilikleri de içerir. En doğrusu, ikisini birlikte değerlendirmektir. Bu ise tarihin yorumlanmasına bir dinamizm getirir. Nitekim İngiliz tarihçi Edward H. Carr bunu geçmiş- hâl-gelecek arasında bir süreklilik ilişkisi içinde görür. Ona göre geçmiş, bugünün anlaşılması ve geleceğin inşası için gereklidir. Tarihçi Bernard Lewis ise yıllar önce modern Türkiye’nin kuruluşunu, sürekliliği ifade eden süreç kavramı içinde anlatmıştır. Ona göre bu anlayış, “olaylar teselsülünü (silsilesini) basit bir seri olarak değil, fakat bir zaman süreci veya organik deyimle, bir gelişme olarak görme eğilimi”ndeydi. Bundan dolayı Lewis modern Türkiye’yi Türk, İslam ve Batı’nın uyumlu bir sentezi olarak görmektedir (Modern Türkiye’nin Doğuşu, (çev. Metin Kıratlı, TTK Yay., Ankara 1984, s.16-17).

Şimdi başlıktaki soruya dönelim: TBMM, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın devamı mı? Yoksa TBMM, tamamen yepyeni bir ihtilal meclisi mi? Kestirmeden söyleyelim: hem evet, hem de hayır!

Bilindiği gibi 23 Nisan 1920’de BMM (Büyük Millet Meclisi) açıldığında Türkiye 44 yıllık (1876-1920) bir parlamento tecrübesine sahip idi. Özellikle II. Meşrutiyet sonrası itibariyle dört seçim (1908, 1912, 1914 ve 1919 seçimleri) geçirmiş olan Osmanlı Türkiye’si hürriyet, istiklal, millî irade, hâkimiyet-i milliye, anayasa, meclis gibi kavramları adeta içselleştirmişti. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın 12 Haziran 1919’da Amasya’ya gelişinde, Amasya müftüsünün işgal altındaki vatanın durumuna bakarak kurtuluşun çaresi olarak “irade-i milliyeyi hâkim kılmak”tan söz etmesi bunun en açık deliliydi. Üstelik Halife- Padişah da 1909 tarihli anayasa değişiklikleriyle protokoler devlet başkanı hâline gelmişti.

Ne var ki, Mondros Mütarekesi’nden sonra İtilaf devletlerinin işgalinin etkisiyle Osmanlı Devleti’nde hükümet etme işi zorlaşmış; Ahmed İzzet Paşa hükümeti “artçı ittihatçı hükümet” eleştirileri üzerine 8 Kasım 1918’de istifa etmek zorunda kalınca Ahmed Tevfik Paşa hükümeti kurulmuş, fakat Meclis-i Mebusan’da güvenoyu alması güçleşmişti. Ayrıca İtilafa devletleri de meclise karşı düşmanca bir tavır içindeydi. Sonunda Ahmed Tevfik Paşa 21 Aralık’ta Padişah’a başvurarak meclisin feshini istemiş, Padişah da aynı gün meclisi feshetmişti (Ali Fuad Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, 4. baskı, Ankara 1988, s.167-169). Böylece Osmanlı Devleti, yaklaşık bir yılı aşan bir süre (21 Aralık 1918-12 Ocak 1920) için “meclissiz hükümet” dönemine girmiş oldu.

12 Ocak 1920’de açılan Meclis-i Mebusan, Osmanlı Devleti’nin son meclisiydi. 18 Mart’ta faaliyetlerine ara vermiş, 11 Nisan’da Sultan Vahidüddin tarafından feshedilmişti. Yaklaşık iki aylık çalkantılı döneminde en önemli faaliyeti, Misak-ı Millî’yi bütün dünyaya ilân etmesiydi

İşgal altında bir seçim

Bu dönemi sonlandıracak en önemli gelişme Ali Rıza Paşa hükümetinin kurulmasıydı. Paşa, Sivas Kongresi kararlarının kabulü ile seçimlerin bir an önce yapılarak Meclis-i Mebusan’ın açılmasını sağlayacağı taahhüdü üzerine işbaşına gelmişti. Bu amaçla yaptığı ilk iş, 7 Ekim 1919’da seçim kararnamesini yayımlamak oldu. Buna karşılık Mustafa Kemal Paşa’nın başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye de, 20- 22 Ekim 1919 tarihleri arasında İstanbul hükümetini temsilen Salih Paşa ile yapılan Amasya görüşmelerinden sonra 29 Ekim’de, “vatan ve millet için en hayırlı suret olduğu” gerekçesiyle Ali Rıza Paşa hükümetini destekleme kararı aldı.

Meclis-i Mebusan seçimleri iki dereceli olarak 15 Ekim’de İstanbul’da başlamış; toplam 15 vilayet, 35 mülhak liva ve 16 müstakil livada yapılmıştı. Ancak Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal edilmiş ve daha önceki Meclis-i Mebusan’a temsilci göndermiş olan Musul, Beyrut, Suriye ve Halep gibi vilayetlerin yanı sıra 1878-1918 döneminde Rus işgalinde kalmış bulunan Kars, Ardahan ve Batum’dan oluşan Elviye-i Selâse bölgesi ile Urfa’da seçimler yapılamamıştı. Yapılabilenler ise mütareke ve işgal gibi oldukça zor şartlarda yapılmış ve yaklaşık üç ay sürmüştü (15 Ekim-28 Aralık 1919). Mesela Yunan ve Fransız işgal bölgelerinde izin verilmemesine rağmen zor da olsa seçimler yapılabilmiş; Antep, Maraş ikişer, İçel ise bir milletvekili çıkarmışlardı. Adana’dan seçilen iki milletvekili Meclis’e katılamamıştı.

Hemen belirtelim ki, bu seçimlere sadece Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri katılmadı; Millî Türk Fırkası, Osmanlı Mesaî Fırkası, Ahrar Fırkası, Teceddüd Fırkası, Osmanlı Sosyalist Fırkası ile Osmanlı Çiftçiler Derneği gibi bazı parti ve dernekler katılmışlardı. Bunlardan İstanbul’da seçime giren Millî Türk Fırkası ile Osmanlı Mesaî Fırkası’ndan birer aday, Anadolu’dan seçimlere katılmış olan Osmanlı Çiftçiler Derneği, Teceddüd Fırkası ve yine Millî Türk Fırkası’ndan bazı adaylar seçimleri kazanmışlardı.

Ancak son Osmanlı Meclis-i Mebusan seçimlerinin esas galibi Müdafaa- i Hukukçular, dolayısıyla Mustafa Kemal Paşa idi. Bu, onlar için bir zaferdi. Öyle ki, Mustafa Kemal Paşa Erzurum milletvekili seçilmiş; Rauf Bey (Sivas), Bekir Sami Bey (Amasya), Vasıf Bey (Sivas), İsmail Fazıl Paşa (Yozgat), Mersinli Cemal Paşa (Isparta), Hüsrev Bey (Gerede-Trabzon), Hamdullah Suphi Bey (Antalya) gibi onun en yakın çalışma arkadaşları Osmanlı Meclis- i Mebusanı’na girmeye hak kazanmışlardı (Taha Niyazi Karaca, Son Osmanlı Meclis-i Mebusan Seçimleri, TTK Yay., Ankara 2004, s.232-316). Bu seçim mütareke ve işgal altında yapılmıştı. Bazı bölgelerde zorluklardan dolayı yapılamamışsa da, başarıyla tamamlanabilmişti. Bunun anlamı Osmanlı insanının millî iradesine sahip çıkmasıydı.

12 Ocak 1920’de açılan Meclis-i Mebusan, Osmanlı Devleti’nin son meclisi idi. Ömrü kısa sürmüş ve 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalinden iki gün sonra 18 Mart’ta faaliyetlerine ara vermişti. Sonunda ise Sultan Vahidüddin 11 Nisan 1920’de son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı feshetti. Yaklaşık iki aylık faaliyet döneminde en önemli icraatı, “Osmanlı Devleti’nin barış şartları” anlamına gelen Misak-ı Millî’nin 28 Ocak 1920’de kabul, 17 Şubat’ta da bütün dünyaya ilân edilmesiydi. Birçok yazara göre 16 Mart’ta İstanbul’un işgalinin tek sebebi buydu.

İstanbul işgalinin en önemli sonucu, Meclis-i Mebusan’ın İngiliz askerlerince basılmasıydı. Baskında -Rauf Bey ile Kara Vasıf Bey’den başka- 85 milletvekili tutuklanıp Malta’ya sürgüne gönderildi. Sonunda Osmanlı Meclis-i Mebusanı, yasama faaliyetlerini yürütecek ortam kalmadığı gerekçesiyle 18 Mart’ta son oturumunu gerçekleştirmiş ve “oturumların tehirini” ittifakla kabul etmişti. Tarık Zafer Tunaya’ya göre, “emniyetini kaybetmiş bir Meclis’in Anadolu’da toplanması için artık zemin hazırdı” (Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Rejimine Geçiş, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler (1876-1938), İkinci Kitap, 2. baskı, Bilgi Üniversitesi Yay., İstanbul 2003, s.48).

Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı, İstanbul’un 16 Mart 1920’de işgali sırasında İngiliz askerleri tarafından basılmış, 18 Mart’ta da faaliyetlerine ara vermişti. İngiliz işgal kuvvetlerinin İstanbul’da Galata Köprüsü’nden geçişi.

İngiliz işgali bahane oldu

Tunaya’nın bahsettiği bu “işgal ve ortamın uygunluğu” meselesi, Rauf Bey’in hatıralarındaki yazdıklarıyla örtüşmektedir. Nitekim Rauf Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın “gönderilen parayı al da gel” demesine rağmen Anadolu’da bir meclisin toplanmasının önünü açmak ve İngilizleri zalim göstermek için meclisin basılmasını arkadaşlarıyla beraber sağladıklarını yazmaktadır. Bunun sebebini ise şöyle anlatır:

“Evvelce kararlaştırdığımız gibi namus borcumuzu yapacağız. Meclisi bastırmak için orada kalacağız. Aksi takdirde bize güvenerek orada kalanlar kendilerine haber vermeden aralarından ayrılışımıza muğber olurlar da içtimaa devam ederlerse o zaman meclisin Ankara’da toplanması meselesi ciddi şekilde tehlikeye girer” (Rauf Orbay’ın Hatıraları 1914-1945, Yay. Haz: Osman Selim Kocahanoğlu, Temel Yay., İstanbul 2005, s.267-268)

Dikkat edilirse Rauf Bey, önceden verilmiş ortak karardan bahsetmektedir. Hatıratında bu kararın Heyet-i Temsiliye’nin Sivas’ta 28 Kasım 1919 tarihli toplantısında, Kâzım Karabekir konuşması üzerine alındığı kanaatindedir (Rauf Bey’in Hatıraları, s.237-40). Oysa Mustafa Kemal Paşa 11 Mart tarihli telgrafında, “İngilizlerin tevkif kararına karşı Meclisin nihayete kadar vazifesine devamı pek nafi ve parlaktır” demek suretiyle Rauf Bey’i yalanladı. Paşa, Rauf Bey başta olmak üzere Millî Mücadele’ye yararlı olacak kişilerin derhâl Anadolu’ya geçmelerini istiyordu. Ne var ki, Rauf Bey ve arkadaşları Anadolu’ya geçmek yerine İngilizlere teslim olup Malta’ya sürgüne gittiler. Bu ise Mustafa Kemal Paşa’yı kızdırmıştı. Muhtemeldir ki, bu kızgınlığından dolayı Mustafa Kemal Paşa sürgünü Nutuk’ta, “cidden tetkike şayan” bulduğunu söylemekten çekinmedi. Onun iması daha ziyade, Anadolu’ya gelerek tehlikeye atılmak yerine İngiliz güvencesini tercih ettikleri şeklindeydi (Nutuk I, MEB Yayınları, İstanbul 1987, s.408-10).

Mustafa Kemal Paşa’ya göre İstanbul’un işgali, “Osmanlı milletinin siyasî hâkimiyet ve hürriyetine indirilen bir darbe” idi. Meclis-i Mebusan’ın baskına uğraması ise bunun sembolik bir ifadesiydi. Daha da önemlisi, işgal ve baskın gerekçesiyle meclisin faaliyetlerinin tehir etmesi de özellikle Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarına Anadolu’da yeni bir meclis kurulması yolunda meşruiyet sağladı. Nitekim 19 Mart’ta Türk milletine hitaben yayınladığı bir beyannamede, bu işgalin Osmanlı Devleti’nin 700 senelik hayat ve hâkimiyetine son verdiğini söylemiş, millet “medenî kabiliyetinin hayat ve istiklal hakkının ve bütün istikbalinin müdafaasına davet” edilmişti. Bunun anlamı, Anadolu’da/ Ankara’da yeni bir meclis açılabilecek olmasıydı. Artık bu uğurda hiçbir engel kalmamıştı. Zaten Anadolu’da meclis toplanması fikri öteden beri Mustafa Kemal Paşa’nın fikri idi. Hatta Meclis-i Mebusan’da başkan olmak istemesinin ana sebebi, tehlike halinde meclisi daha güvenli bir yerde toplamaktı. Nutuk diliyle söylersek, “hayatımızla gayri kabili telif bir sulh teklifi karşısında kıyam-ı milli yapılırsa riyaset vaziyetiyle milletin maddi ve manevi kuvvetlerini müdafaaya teveccüh etmek” idi (Nutuk I, s.374-75).

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa da baştan beri meclisin Anadolu’da toplanması için her fırsatı değerlendirme arayışı içinde olmuştu. Bu fırsatı büyük oranda İstanbul’un İngilizler tarafından işgali sağladı. Diğer taraftan da İngilizler, bilerek veya bilmeyerek, İstanbul’u resmen işgal edip Meclis-i Mebusan’ı basmak suretiyle Anadolu’da güvenli bir yerde -yani Ankara’da- yeni bir meclisin açılması yolunda önemli bir rol oynadılar. Daha da önemlisi, Halife Padişah Vahidüddin 11 Nisan’da Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nı feshetmesiyle de Ankara’da açılacak olan BMM’yi milletin nezdinde meşru hâle getirmiş oldu. Hiç şüphesiz Sultan’ın bu fetva hamlesinin arka planında -İngiliz baskısının yanında- sahip olduğu iktidarı kaybetme endişesinin de payı vardı.

Mustafa Kemal ilk günlerde Meclis’te ekseriyeti teşkil eden sarıklı mebuslara, kendisine de Trablusgarp’ta onlarınkine benzer bir kisve hediye edilmiş olduğunu söylemiş ve birlikte fotoğraf çektirmişti.

Öldürülmeleri “caiz”dir fetvası

23 Nisan 1920’de Ankara’da BMM’nin açılması, sonuçları itibariyle millî iradeye dayalı bir idarenin kurulması yolunda 1876’dan beri içselleştirilmiş anayasa ve parlamento tecrübesine dayalı taze bir başlangıçtı. Öyle ki, bu taze başlangıç -Mustafa Kemal Paşa dışında- kimsenin düşünemediği bir siyasî rejim değişikliğine giden sürecin de ilk kilometre taşıydı. Sözünü ettiğimiz bu başlangıç, 19 Mart’ta Heyet-i Temsiliye adına “Vilayetlere ve Müstakil Livalara ve Kolordu Kumandanlarına” gönderilen bir genelgede Ankara’da yeni bir meclisin açılacağının duyurulmasıyla başlamıştı. Hem de bu meclis “olağanüstü yetkilere sahip, milletin işlerini görecek ve kontrol edecek bir meclis” olacaktı. Bunda amaç “devlet merkezinin korunmasını, milletin istiklalini ve devletin kurtuluşunu temin edecek tedbirleri almak ve uygulamaktı”.

Kendi genelgesi olmasına rağmen bu nitelemeler, Mustafa Kemal Paşa’yı tam anlamıyla memnun etmemişti. Bu meclise “rejim değiştirme” yetkisine sahip olduğunu göstermek için meclis-i müessesan adını vermek istemiş ancak uyarılar üzerine bundan vazgeçmişti. Hatta 23 Nisan’da Ankara’daki Meclis açılışını duyurmak için 21 Nisan’da yetkililere gönderdiği bir telgrafta, devrin meşruiyet kuralları içinde kalma zorunluluğundan dolayı, BMM’nin görevi için “vatanın istiklali, makam-ı refi’-i hilafet ve saltanatın istihlası” diyecek ve bununla da yetinmeyerek Büyük Millet Meclisi’nin açılış gününü Cuma’ya denk düşürecekti. Hatta o günün kutsallığından istifade ve mevcut milletvekilleriyle Hacı Bayram Camii-i Şerifi’nde Cuma namazı kılındıktan sonra dinî merasim eşliğinde BMM’ye gelinecekti. Nitekim devrin bütün meşruiyet kurallarına riayet edilmişti. Zaten başka türlü davranması mümkün değildi. Çünkü milletvekilleri dahil çoğu insan için BMM’nin açılmasındaki amaç, vatan ile Halife Sultan’ın kurtarılması idi.

Diğer taraftan bu davranışın bir başka zorunlu ve haklı gerekçesi, İstanbul hükümetinin Ankara merkezli hareketi hem din düşmanı ittihatçı, hem Bolşevik, hem de hilafete karşı bir hareket ilan etmiş olmasıydı. Aynı günlerde Şeyhülislam Dürrizade Abdullah Efendi, 11 Nisan 1920’de yayımladığı bir fetvayla Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını asi ilan etmiş ve öldürülmelerinin “caiz” olduğunu duyurmuştu. Açıkçası Mustafa Kemal Paşa’nın başka çaresi yoktu.

Mustafa Kemal Paşa’nın bu tavrını BMM’nin açılışından sonra da sürdürdüğünü görüyoruz. Öyle ki, 24 Nisan 1920’de TBMM Reisi seçildikten sonra, mecliste yaptığı teşekkür konuşmasında meclisten “makam-ı hilafet ve saltanatın duçar olduğu esaretten tahlis ve memleketin tamamiyet ve selameti uğrunda her fedakârlığı büyük bir azim ile iktihama karar vermiş olan” olarak söz ederken (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I (I-III), Ankara 1997 s.65), 25 Nisan 1920’de bu kez BMM Reisi sıfatıyla yayımladığı “Düşman Propagandasına İnanılmaması İçin BMM’nin Memlekete Beyannamesi”nde de Padişah ve Halifeye isyan iddialarına karşılık “Millet Meclisi Halife ve Padişahımızı düşman tazyikinden kurtarmak, Anadolu’nun parça parça şunun bunun elinde kalmasına mani olmak payitahtımızı yine ana vatana bağlamak için çalışıyor. Biz vekilleriniz Cenabı Hak ve Resül-i Ekremi namına yemin ederiz ki, Padişaha, Halifeye isyan sözü bir yalandan ibarettir” demek zorunda kalıyordu (Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Ankara 1991, s.317). Hatta BMM’nin açılması üzerine 27 Nisan’da Padişah’a telgrafla gönderilmiş olan “Sadakat Arizası”nda İstanbul’un işgali ve sonrasında yaşanan facialar üzerine durumu araştırmak ve “hukuk-ı Saltanat- ı Seniyyeleriyle istiklâl-i millimizi müdafaa ve temin etmek maksadıyla” Ankara’da BMM halinde toplandıklarını bildiriyordu (age, s.320-22).

Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, özellikle BMM’nin açıldığı dönemde, devrin duyarlılığını -yani meşruiyet kurallarını- göz önünde tutmak suretiyle dinî söylem yoğunluklu bir üslûbu tercih etmişti. Kendisi olmasa bile çoğunluk Halife Sultan’ın da kurtarılmasını ümit etmekteydi. Aksine bir tutum kendi aleyhine olabilecekti. O yüzden Mustafa Kemal Paşa devrin icabına göre hareket ediyordu. Sonradan anlaşılacaktır ki, bu tavır bir strateji gereğiydi ve zamanı geldiğinde -kendisinden daha fazla arkadaşları aracılığıyla- planladığı siyasî hamleleri gerçekleştirmekten de çekinmeyecekti.

Meclis’in önünde bir dua merasimi. Mustafa Kemal, özellikle BMM’nin açıldığı dönemde mevcut şartları göz önünde tutmak suretiyle dinî söylem yoğunluklu bir üslûp tercih etmişti. Sağındaki Rauf Orbay, solundaki ise Ali Fuat Cebesoy.

İki meclisin benzer yönleri

Baştaki soruyu yeniden soralım: Gerçekten TBMM Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın bir devamı mıdır, yoksa yeni ve ihtilalci bir meclis midir?

Mebusların hem seçilme yöntemi, hem de gündem maddelerinin aynı olması itibariyle Birinci TBMM, son Osmanlı Meclis-i Mebusanı ile süreklilik arz eder. Her şeyden önce bu meclis, hem son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan doğrudan gelebilenler, hem de Mustafa Kemal Paşa’nın 19 Mart tarihli genelgesi üzerine Anadolu ve Trakya’da yapılan seçimleri kazanan milletvekillerinden meydana gelmiştir. İlgi çekicidir ki, Anadolu ve Trakya’da yapılan seçimler 1876 tarihli “İntihab-ı Mebusan Kanunu”na uygun şekilde gerçekleşmişti.

Diğer taraftan, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan gelen vekillerin durumu biraz karışıktı. Anayasa hukukçusu Bülent Tanör’e göre, Meclis-i Mebusan feshedildiğinden dolayı oradan gelecek vekillerin kanunî durumları belirsizleşmiş ve vekillikleri düşmüştü (Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, 9. baskı, İstanbul 2002, s.232). Buna rağmen TBMM 23 Nisan 1920’de aldığı bir kararla (1 numaralı karar), “TBMM, bu kere intihap edilen azalarla İstanbul Meclis-i Mebusanı’ndan iltihak eden azalardan müteşekkildir” demek suretiyle sorunu çözdü (Suna Kili-A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Ankara 1985, s.87). Bunun sonucunda TBMM’de, yeni seçilen 339 üyenin yanı sıra, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’ndan gelen 87 kişi milletvekilliğine hak kazandı. Bunlardan yedi kişinin milletvekilliği istifa, ölüm ve ıskat gibi sebeplerle sona ermiştir.

İki meclis arasındaki devamlılık bununla sınırlı değildi. TBMM 26 Nisan 1920’de, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın iç tüzüğünün değiştirilerek uygulanması kararı almıştı. Ayrıca 31 Temmuz 1920 tarih ve 28 numaralı kararıyla Malta’da sürgünde bulunan milletvekillerinin de milletvekili ödeneklerinden yararlanmalarını kabul etmiştir (Tarık Zafer Tunaya, TBMM Hükümeti’nin Kuruluşu ve Siyasi Karakteri, Türkiye’de Siyasal Gelişmeler, 1876-1938, s.60).

Süreklilik ilişkisini gösteren bir başka gelişme de ağnam (koyun) vergisine ilişkindi. Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın 13 Mart 1920 tarihli olağanüstü oturumunda Karahisar-ı Sahip milletvekili Mustafa Hulusi Bey ve arkadaşları ağnam vergisinin Mayıs’tan itibaren alınmasını içeren bir kanun teklifi vermişlerse de Ziraat ve Maliye Encümenlerine havalesi kararından dolayı kanunlaşamamıştı (Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, I, Devre 4, İctima-i Fevkalade, s.374-381). Ne var ki, söz konusu kanun teklifi TBMM’de unutulmamış; 24 Nisan 1920’de beşinci oturumda “müsta’cel bir takrir” denilerek gündeme alınmış ve aynı gün yasalaşmıştı (BMMZC, I, Birinci İctima, Birinci Celse, s.43-46). Kabul edilmelidir ki 23 Nisan 1920’de, Ankara’da açılan Birinci BMM bir savaş meclisi idi. Yani işgal edilmiş bir ülkenin kurtarılması için mücadele eden, aynı zamanda yeni bir devletin temellerinin atılmaya çalışıldığı bir meclisti. Zaten son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın büyük çoğunluğu Müdafaa-i Hukuk grubuna mensuptu. Biraz da iki meclis arasında gözlenen sürekliliğin esas sebebi buydu. Ayrıca ister İstanbul Meclisi’nden, ister yeni seçimlerle TBMM’ye seçilen vekillerin çoğu bu yeni siyasî durumu geçici olarak görmekte ve verilen mücadelenin Halife Padişah ile vatanın kurtarılması olduğuna inanmaktaydılar. En azından resmiyette Mustafa Kemal Paşa da buna uymuştu. Ona göre bu uyumlu tavır yeni gidişatın/ düzenin selameti için stratejik bir gereklilikti.

Velhasıl TBMM, birçok yönden son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın devamı niteliğindeydi. Bunda, devrin siyasî şartları ile Ankara Meclisi’nin o yıllarda kendi meşruiyetini oluşturamaması da etkili olmuştu. Devamlılık/ süreklilik vurgusu yapmak, bugüne kadar kopuşlar üzerinden okunan bir tarihin (özellikle yakın tarihin) normalleşmesini ve mümkün olduğunca objektif değerlendirilmesini sağlayacaktır. Bundan dolayı tarihte normalleşme, tarihle barışmanın ilk adımıdır.